top of page

Alman Biracılığının Üç Bin Yılı

Çeviren: Sertaç Akar

PDF olarak indirmek için tıklayınız.

Giriş 
Bira basit bir içecektir. Tüm yapacağınız biraz maltı doğru oranda suyla, biraz aroma katkısıyla ve biraz mayayla bir araya getirmektir, hop, alın size bira. Bu biracıların sanatıdır, basit hammaddelerden sonsuz miktarda lezzet üretirler.

 

Yemek gibi içecekler de ortaya çıktıkları kültürleri temsil ederler. Meşhur içkiler medeniyetin incileridir ve yüzyıllar içersinde olgunlaşır, gelişirler. Şampanya, Cabarnet Sauvignon ya da konyak dediğinizde aklımıza Fransa’nın joie de vie imgeleri uçuşur. Sherry ya da Malaga yudumladığımızda güney İspanya’nın gizemine kapılırız. Votka Rus olmadan nasıl anılır ya da tekila nasıl Meksikalı olmaz? Benzer şekilde Munich Helles ya da Oktoberfestbier içtiğimizde Bavyera’nın topraklarına geçiş yapmış oluruz. Bir içkinin karakteri onu hangi halk ürettiyse daima o halkın izlerini taşır.

 

Başlangıçta Ale Vardı

Alman bira tarihini öğrendiklerinde günümüz bira severleri için sürpriz olabilir ama bu tarih lager ile başlamadı, ale ile başladı. Alman bira pazarının üçte ikisini lager oluşturur. Ama Alman lager efsanesini şöyle bir araladığınızda altta katı kurallara bağlı olan ale geleneğini bulursunuz. 16. yy’la kadar Alman birası ale biraydı. Yaklaşık sekizinci yüzyıla kadar neredeyse tüm bira evde evkadınları (hausfraus) tarafından yapılıyordu. 11. yy gelindiğinde bira profesyonel rahip ve rahibeler tarafından üretilir oldu, ta ki feodal lordlar güney Almanya’da ticari biracılığı ele alana kadar, o sırada kuzey Almanya’da aynı şeyi şehirli tüccarlar yapıyordu.

 

Almanlar ale birayı en az üç bin yıldır yapıyor ama lager üretimi (özellikle koyu renkli lagerler) sadece beş yüzyıldır yapıla gelmektedir. Günümüzde Almanları meşhur eden o sarışın, gevrek, berrak lagerler son 150 yıldır mevcuttur. Her daim hazır ve nazır şerbetçiotlu Pilsler ancak 30 yıl önce zaferini ilan edebildi.

 

Tarihi yakın tarih ya da kısa dönem olaylar olarak ele almamak lazım. Yüzyıllar bir ülke için bir şey ifade etmez. Belki Kolomb’un yeni bir kıta keşfi için çıktığı yıllardan kalmış mekânları yemek içmek için gezen bir seyyah durumu ancak anlayabilir. Almanya’da yüzyılların ahşap desteklerine derin izler açtığı biraevleri vardır, zamanında bir müptezelin kafayı bulmak için gittiği bu kadim mekânlar en şahane konforu ve lezzetleri hala sunmaktadırlar.

 

 

Bira, Politika, Ekonomi ve Din 

Almanya’da biranın kaderi her zaman ülkenin politik ve dini yükseliş ve düşüşlerine bağlı kalmıştır. Sekülerizm ile ilahiyat çok ilginç bir ikilidir, ikisi de insanın günlük yaşantısını doğumundan ölümüne yönetme kapasitesine sahiptir.

 

Seküler otorite yol yapar, vergi toplar, ordu yetiştirir, adaleti sağlar, para basar, geliri finanse eder, öte yandan kiliseler ahlakı öğütler, bebekleri vaftiz eder, okullar ve hastaneler açar ve fakiri doyurur. Ama tarihin bazı dönemlerinde dini liderler seküler rakipleriyle rekabet edecek kadar kendi ordularına sahip oldular, vergi gelirlerini kaynağa çevirdiler, mahkemeler kurdular, sınırları düzenlediler ve ticareti kontrol ettiler.

 

Bunların Alman birasıyla ne alakası var diye sorabilirsiniz. Cevap, her şekilde olacaktır. Biranın bir ülkenin ulusal karakterini belirlediği bir kültürde mesele birayı kimin kontrol ettiğine gelir dayanır. Gücü elinde tutan, milletin bira kupasının sapını da elinde tutar.

 

Alman birayapımının kökleri takip edildiğinde bu tarih geçmiş zaman Alman kavimlerine kadar gider. Bu derin ormanlarda yaşayan Cermen nüfus Sezar’ın buyruğuyla bu bölgeye gönderilmiş olan Romalı lejyonerlerin korkulu rüyasıydı. Romalı kaynakların raporlarına göre Alman evkadını biraustaları ormanların açık alanlarında kazanlarını kaynatıyorlarmış. Evet Jimmy Carter 1979’da ABD’de İçki Yasağı’nı lağvetmeden çok çok önceleri bu topraklarda evbiracılığı mukaddes bir gelenekti.

 

6. ve 9. yüzyıllar arasında merkez Avrupa’daki kavimler Hıristiyanlaştırıldı, dillerine ve geleneklerine göre organize edilerek ülkelere bölündüler. Bu seküler feodal lordlar ve Hıristiyan papaz ve rahipleri arasında gerçekleşen bir güç savaşı dönemi oldu, yaşamın tüm alanlarını kontrol etmek için yaşanan bir güç savaşı ve tabii ki birayı da. 11. yüzyıla gelindiğinde manastırlar, çoğunlukla Benedikten rahipleri ve rahibeleri, tüm bira yapımı hakkını ve satışını keyfince kullanır oldu.

 

Her zaman gelir sıkıntısı çeken açgözlü ve kıskanç feodal beyler 12. yüzyıla gelindiğinde daha önceki yüzyıllarda dini yönetimlere bonkörce bahşettikleri birayapımı imtiyazlarının çoğunu geri almaya başlamıştı. Lordların çoğu kendi Hofbräuhaus’larını (biraevi) işletmeye tekrar başladı.

 

Feodaller ve din arasındaki güçten gelen ganimeti ele geçirmek için verilen mücadelenin en şiddetli olduğu sırada, her iki taraf da yükselişi artık kaçırmış gibiydi. İkinci binyılın başında, onların elindeki ticari hediyeyi kapmak için toplumun arasından üçüncü bir güç ortaya çıktı. Bu ortaya çıkan yeni güç girişimci kent burjuvalarıydı, endüstriye dayalı, ticaret ve teknolojik inovasyonla sessizce zenginleştiler. Birkaç yüzyıl içinde yüksek kalitede bira üretimini monopole çevirdiler ve lezzetçe yüksek bu biraların kalitesini hep korudular. Özel teşebbüs imparatorluğunu inşa ettiler, bilinen dünyanın bir sonraki en yayılmış imparatorluğunu, bira, mineral, kürk ve kuru mallar üzerine kurdular, en karlı ürünler onların elindeydi. Bu özgür ruhlu kent burjuvaları modern medeniyetimizin tohumlarını o zamanlarda attılar, bunu din adamlarının ruhani emellerini sınırlayarak ve soyluları tarihsel bir hurda yığını haline getirerek yaptılar.

 

20. yüzyıl gelip çattığında Alman birasının gelişimi de tamamlanmıştı, aslında halk ile aristokratlar arasındaki ve kiliseyle devlet arasındaki politik ve ekonomik güç savaşının bitimiyle tamamlandı denilebilir. Ama bin yıllık süreçte rahipler, lordlar, tacirler, burjuvalar arasındaki ülkeyi kimin yönetip biraya kimin sahip olacağı çekişmesi hangi biranın üretileceğini, nerede üretileceğini, ne kadar üretileceğini ve kalitesinin ne olacağını belirlemişti. Kilise, devlet ve hür teşebbüsün her biri Alman birasının ilerleyişinde ve yavaşlamasında kendi payına düşeni yapmıştı. Avrupa medeniyetinin karanlık başlangıcından bugüne kadar geçen sürede Alman birası hammadde ve süreçlerin benzersiz bileşiminden sofistike bir yolla kaynak bulmuş, kusursuz bir karakter ile gelişmiş, olgunlaşmıştır.

 

Alman Birasının Şafağı

Kuzey ve orta Avrupa'daki kavimler, buğday, arpa veya diğer herhangi bir yabani tahıldan bira yapmaya başladılar, Bronz Çağı başlayana kadar da başka bir şeye ihtiyaç duymadılar, tahmini M.Ö. 1000 gibi. Bunu onlara ait sagalardan ve mitlerden biliyoruz. O zamanlar Kelt ve Germanik kavimler ormanlardaki yaşanabilir alanların kontrolü için yarış halindeydiler. Bu iki grubun mücadelesi muhtemelen M.Ö. dördüncü yüzyıla yani Almanlar Kelt'leri kıtadan atana ya da onları asimile edene kadar devam etti. Keltler yalnızca İngiliz Adaları ve günümüz Fransa'sının Atlantik kıyılarında bir binyıl kadar daha baskın kültürel güç olarak kaldılar.

 

Orta Avrupa kavimleri, aralarında çok az iletişim olmasına rağmen geniş bir alana yayıldılar, doğal olarak "Alman" kelimesinin ortak çatısının ima ettiğinden daha az homojendiler. İskandinavya'nın Danimarkalı, Norveçli ve İsveçli halkı kendi "Norse" kültürlerini geliştirirlerken Sezar'ın Galya'sındaki halk da (kabaca günümüzün Fransa ve Belçika'sı) kendi "Gallik" yollarını geliştiriyorlardı. Sadece merkezdeki kavimler -aralarında öne çıkanlar Alemanlar, Swabianlar, Bavyeralılar ve Saksonlar- şu an "Alman" terimiyle bağlantı kurduğumuz bu kültürü oluşturdular. Ancak nerede yaşıyorlarsa yaşasınlar ve de gelenekleri ne olursa olsun fark etmez Almanların hepsi bira yapmıştır.

 

Kuzey Avrupalı paganlar biraya öl diyorlardı, bu günümüz “ale” kelimesinin kökü sayılır. Bu folklorlar ne yazıyordu ne de okuyordu, o yüzden elimizde onların ale başlangıcı için bir dokuman bulunmamakta.

 

Ama kesinlikle bildiğimiz şey Almanların M.Ö. 800’den beri düzenli olarak ale yaptıkları. Arkeologlar, o zamanlardan kalma, Kuzey Bavyera'nın 15 km uzağında bulunan Kulmbach'ta  Kasendorf'a ait bir Franconian kasabasının yakınlarında iyi korunmuş bir Alman mezarlığı alanını ortaya çıkardılar. Mezar sadece merhumun kalıntılarını değil aynı zamanda ruhların dünyasına yapacağı gezi için cömertçe hazırlanmış kumanyalarını da içermekteydi. Bunların arasında, neredeyse 3.000 yıl sonra ortaya çıkarılan bir bira çömleği vardı, antik zamanlarda mayşelemenin standart hammaddesi olan ekmeğin izlerini hala içeriyordu.


Günümüzde Kulmbach, aralarında maltsı siyah lager olan Kulmbacher Mönchshof Kloster Schwarzbier'in de bulunduğu pek çok ünlü biraya ev sahipliği yapıyor. 1349 yılında manastır birası fabrikası olarak kurulan ve 1791'de sekülerleşen Mönchshof bira fabrikası, Kulmbacher Reichelbräu holdingini bir parçası olarak hala elinde tutuyor. Elbette, Kulmbach bölgesindeki neredeyse kesintisiz 3.000 yıldır yapılan bira üretimi bir dünya rekoru sayılır!

 

İlk biralar genellikle iri öğütülmüş arpa veya buğdaydan yapılmış yarı pişmiş ekmeklerden "mayşelendirilerek" elde edilen koyu renkli biralardı. Bu hafif ve nemli pişirilmiş ekmek, muhtemelen günümüz maltlarında olduğu gibi nişastaların mayalanabilir şekerlere dönüştürülmesi için gerekli olan enzimleri tahıl üzerinde aktive etmesine benzer bir etkiye sahipti. Bu "modifiye edilmiş" ekmek daha sonra suyla dolu tahta fıçılara batırılırdı, burada fermente edilirdi. Sonuç, yüzen kabuklar, parçacıklarla dolu, koyu ve ekşi bir ale idi - bugün Almanya'da yapılan temiz ve gevrek biralarla hiç alakası yoktu.

 

Almanlar arasında bira yapımının ilk gerçek tarihsel belgeleri, Romalı fatihlerine dayanır, yani okur-yazar olan, şarap içen askerlerden ve imparatorluk yetkililerinden gelen raporlar. Bu belgeler, barbar Germaniilerin sefil "arpa şarapları"na besledikleri acayip eğilimlerinden söz ediyordu. Romalı standartlara göre bunlar ikinci sınıf içeceklerdi, genellikle meşe ağacı kabuğu, yapraklar, hatta öküz safra kesesi ile aromalandırılmış vasıfsız içkiler.

 

Romalılarla ilk temaslar sırasında, zaten Almanlar çok büyük miktarda bira üretiyorlardı. Greko-Romen coğrafyacısı Strabo'nun yazdığına göre (yaklaşık M.Ö. 63 -21) Cimbri diye bilinen bir kavim 500 litre hacmindeki bronz bir kazanda mayşeleme yapıyordu. Bugün, buna 4¼ varillik bir biraevi diyelim. O zamana göre dikkat çekici bir metalurjik başarı!

 

Bazı tarihçilerin tahminlerine göre Julius Caesar ve lejyonları bira yapmayı Almanlardan öğrendiler ve M.Ö. 55-53 yıllarında İngiliz Adaları’na yaydılar, ancak diğer tarihçiler, Romalıların İngiliz Kanalını gemilerle nasıl geçileceğini bulmalarından çok önce Keltler'in kendi biralarının yapımında ustalaştıklarını iddia ediyorlar. Sözün özü, İsa'nın doğumundan çok önce, Alplerin kuzeyindeki bu Avrupalıların en popüler içeceği aleydi.

 

Eins, Zwei, G'suffa ... 2000 Yıl Önce 
Germen kavimlerinin içme alışkanlıklarına ilişkin en iyi tarif bize Roma tarihçisi Publius Cornelius Tacitus'dan gelmektedir. Tacitus, MS 98 yılında tamamladığı De Origine Et Situ Germanorum'da (Almanların kökenleri ve yerleri hakkında), Alman müptezel folklorunun içki partisi vermek için en küçük mazereti bile fırsat bildiğini iddia etmiştir. Yazdığına göre, başka hiç bir halk Almanlar kadar ziyafet ve eğlenceden o kadar çok zevk almaz, üstelik yabancılara evlerini açıp yemek ve bira ikram etmek onlar için genel bir alışkanlıktır. "Germanii"lerin arpa ve çavdarın bir şekilde olgunlaştırıldığı (muhtemelen fermentasyon anlamına geliyor) şaraba benzer bir içecek sunduğunu söylemiştir.

 

Bu barbar kavimlerin klişe karikatürü belki şöyle tasvir edilebilir, bir ateşin çevresine dizilmiş ayı postlarının üzerinde süslü püslü öküz boynuzuna tepelemesine doldurulmuş kafayı bulduran içkilerini bir elden diğerine geçirdikleri manzaradır.


Tacitus, Almanların neşesinden ve enerjisinden etkilenmişti. O, ülkeyi kaba saba, havası nahoş ama halkını saf ve bozulmamış olarak nitelendirdi. Adamların soğuk ve açlığa dayanabildiklerini ve her zaman kahramanca işlere cesurca giriştiklerini gözlemlemişti. Bununla birlikte Almanların tahammül edemedikleri bariz bir zafiyetleri vardı: SUSUZLUK. Germenlerin savaş, barış ya da bir rehinenin kızının paylaşımı gibi ağır meselelerin tartışıldığı aşiret toplantılarında bal birası (mead) ve tahıl birasının su gibi aktığı şüphe götürmez.  

 

Almanlar, nasıl eğleneceğini çok iyi biliyorlardı ve 20. yüzyıldaki torunlarının oluşturduğu algının aksine, ağır iş yapmak için hiç istekli değillerdi. En azından Tacitus'tan edindiğimiz izlenim bu yönde. Hatta Germanii'yi ele geçirmenin yolunun onlara mızrak (lance) ve kılıçla (gladius) saldırarak değil bedava cerevisia (bira) dağıtarak daha kolay olabileceğini öne sürdü: "İçkiye olan bağımlılıklarını kullanarak ve onlara istedikleri kadar içki vererek silah kullanarak elde edilecek bir galibeyete oranla daha kolay bir yoldan ulaşmak mümkündür... Geleneksel tembelliklerini düşündüğünüzde onların beklenilenden daha fazla bir sabır ve azimle tarlalarını ekip biçtiklerini görüyorsunuz"

 

Roma'nın yüksek sosyetesinde Alman birası hep aşağılanmıştır, hatta İmparator Flavius Claudius Julianus bile (M.S. 331 - 363) şarabın biraya kıyasla üstün değerlerini anlatan kafiyeli bir kısa şiir kaleme almıştır. Şiirinde şarap kokusunu nektar kokusuna, Germen'in "tahıl içkisi"nin kokusunu teke kokusuna benzetmiştir. Julianus Almanları ve onların birasını Franklar ve Alemanlarla yaptığı savaşlardan biliyordu.

 

Bununla birlikte, Romalıların yüksekten bakan tutumundan çekinmeyen Gallic ve Teutonik ormanlarının kabile savaşçıları, Apennine yarımadasından kendilerine göz kulak olması için gönderilen zavallı lejyonerleri tehdit etmeye devam ettikleri gibi kendi yerli içeceklerini de üretiyorlardı. Ormanların ilkelleri korkusuz birer savaşçı olduklarını kanıtladılar, buralar Romalılar için hiç tekin yerler olmadılar. Claudia Ara Agrippinensium (bugünkü Köln), Castra Novesia (bugünkü Neus, Düsseldorf'un dışında), Castra Xantippa (bugünkü Xanten, Ren'de, Hollanda sınırının yakınında), Treveris (Bugünün Luksembourg yakınlarındaki Trier'deki Moselle Nehri'nde).

 

Romalılar memleketlerinde belledikleri içme alışkanlıklarını sürdürebilmek için üzümlerini de beraberlerinde merkez Avrupa'ya getirmişlerdi. En nihayetinde Germen astların "aşağı" içeceğine göre bir ağız tadı edindikleri de ortadadır. Moselle Nehri üzerinde yer alan Treveris'de (Trier) MS 260'da ölen Romalı bir tüccarın mezar taşında yazılanları başka nasıl yorumlayabiliriz? Mezar taşında ölenin bir cervesarius (bira tüccarı) olduğu yazmaktadır. M.Ö. 15 yılında imparator Augustus tarafından kurulan Treveris, Roma İmparatorluğu'nun batı kısmının başkenti ve İspanya'dan İngiltere'ye kadar uzanan Roma topraklarının idari merkezi olarak görev yapıyordu. Dünyanın bu büyük şehrinde, bizim cervesarius, komşusu olan Alman hatunların sadece onun için ürettiği birayı alıyor üstüne kârını ekleyip medeni Romalı müşterilerine satıyordu.

 

1983 yılında Tuna Nehri kıyısında yer alan Regensburg yakınlarındaki Bavyeralı bir şehirde ortaya çıkarılan bütün bir Roma bira atölyesinde de görüldüğü gibi, Romalılar kendi biralarını yapmayı öğrendiler. Bu bira atölyesi MS 2. veya 3. yüzyıl tarihlerine ait olup, Castra Regina adı verilen bir sur kalesi içinde (şimdiki şehrin modern adı: Regensburg) ortaya çıkmış bir kulübe parçasıydı. Castra regina, Roma İmparatoru Marcus Aurelius tarafından 179 yılında inşa edilmiştir. İmparatorluğun kuzeydoğu kanadındaki stratejik konumu nedeniyle, günümüzde güney Almanya'nın en büyük Roma kampı haline gelmişti ve yaklaşık 6.000 -tabi ki susamış- lejyonerin yanı sıra çok sayıda idareci ve destek personeli barındırıyordu.

 

Regensburg bira atölyesinde bulunan kurutma fırını ve haşlama kazanı yapısından Alman bira yapımının ilerlediğini anlıyoruz, Kulmbach yakınlarındaki mezarda bulunan ilkel ekmek birasından günümüzde uygulanan malt haline getirilmiş tahıldan mayşeleme yöntemine o zamanlar bir geçiş yaşandığını gözlemliyoruz.

 

1911 yılında Rhineland-Palatine eyaletindeki Almanya'nın en büyük şarap üretim bölgesi olan Alzey yakınlarındaki bir Roma kampının kazısında Roma biracılığının bir başka kanıtı, siyah bira artıkları olan bir fermenterle, ortaya çıkarıldı. Anlaşılan, Alemanlar tarafından 353 yılında yapılan sürpriz bir saldırıda, fermenter ve içeriği, Romalılar tarafından aceleyle terk edilmiş.

 

Romalıların bu barbar içkisini nihai olarak benimsedikleri kullandıkları dile de yansıdı. Birayı tarımın tanrıçası Ceres'in bir armağanı olarak görmeye başladılar ve güce güç veren bir iksir olarak (vis= güç) değer verdiler. Böylece biraya verdikleri isim: cerevisia oldu.

 

Hausfrau-Biraustaları, Vasallar, Rahipler ve Rahibeler 

Şimdi MS altıncı yüzyıla bir göz atalım. Roma İmparatorluğu çöktü ve Germen yaşam biçimi Alman (Teutonic) ormanlarının açıklıklarında ve nehir kıyılarında gelişti. Önümüzdeki üç yüzyıl boyunca yaşam, Hunlar, Vikingler veya Saracenlerin baskınlarıyla kesintiye uğratılmadığı sürece, Franklar, Alemanlar, Saksonlar, Swabianlar, Thuringianlar ve Bavyeralıların tarıma dayalı küçük kasabalarında barış içinde gelişecekti. Latin lejyonlarının boyunduruğundan ve onların pax romana baskısından artık kurtulmuş olan yerli uygarlıklar şekillenmeye başlamıştı.

 

Evin erkeği arpa, buğday tarlalarını ekip biçerken ve de ormanda geyik avı peşindeyken evin kadını da ekmek yapar, ocağı besler ve birayı yapardı. O dönemin Alman ailelerinde, evbirası yapmak yemek pişirmek ve ekmek yapmak kadar yaygındı ve kaynatma kazanı, kap kacak gibi gelin çeyizinin önemli bir parçasıydı. Bir usta-hausfrau'nun komşularını öğlen sonrası birasına davet etmesi genel bir alışkanlıktı. Hanımlar içkilerini ekmekle birlikte alırlardı - belki de günümüzün kahveyle yapılan dedikodusunun öncüsüydü?

 

Bu dönemde Alman bira üretiminin kaderi üzerinde muazzam etkisi olacak iki etken ortaya çıkmaya başladı: feodalizm ve Hıristiyanlık. Feodalizm, Almanya'daki biracılık faaliyetinin üzerinde kontrol sağlamaya başladı, halkın elindeki hane faaliyetini, bir azınlığın imtiyazlı ticari faaliyetine dönüştürdü, önceleri çoğunlukla rahipler ve rahibeler tarafından uygulanırken bira yapımı 12. yüzyıldan başlayarak seküler bira fabrikalarına ve ticari işletmelere devredildi. 

 

Diğer etken, Hıristiyanlık, manastırların ortaya çıkışıyla doğarken sadece laik lordların dağıttığı imtiyaz haklarına sahip değildi aynı zamanda eğitim ve öğretimin de merkeziydi, birayapımı hakkındaki bilgi ve eğitim buralarda gelişti ve Avrupa'daki birayapımının tekniği gerçek bir profesyonelliğe doğru burada evrimleşti.

 

Birasever Feodallerin Ortaya Çıkışı

Feodalizm, Germen kabilelerinin gevşek toplumsal örgütlenmesinin yerini almaya başladı, bunu bu kabilelerin eski gelenek ve göreneklerini tutarlı bir hukuki yapıya dönüştürerek yaptı. İronik bir şekilde, bu yeni yasalar, topraklardan kovulmuş istilacıların dili olan Latince ile yazılmıştı. Gothlar ve Burgundialılar 506'da yeni kanunlar çıkardılar. Franklar, 508 ile 511 arasında kendi kanunlarını hazırladı. Alemanlar 719'da, Bavyeralılar 743'te kendi yasalarına kavuştular. Bu kanunlarla her eve kendi birasını yapma hakkı tanınmıştı. Ayrıca egemenlere vergi olarak vermek zorunda oldukları haraçları da belirttiler: belli miktarda ahşap, et, kenevir, tahıl, bal, yün ve bira.

 

Feodalizm döneminde para kısıtlıydı. Bazı tarihçiler, paranın bu kadar kısıtlı olmasının, ilk elde feodalizmin yer almasının ana nedenlerinden biri olduğunu savunuyorlar. Roma merkezi yönetimi ve vergilendirme sistemi, eğitim kurumları, yol ve köprü bakımı, ticaret, tek para birimi gibi avantajları sağlamıştı ama sonra geldiği gibi yok oldu. Romalılar kaybolduktan sonra zenginliğin yarattığı faaliyetlerin çoğu durdu; ekonomi takas yöntemine geri döndü, Avrupa Karanlık Çağ'a girdi ve birkaç yüzyıl boyunca tüm coğrafyada nüfusta büyük bir gerileme oldu. Ekonomideki başlıca değerler emek ve üretimdi - ve ülkelerin nüfusun bol olduğu dönemlere geri dönmesi gerekiyordu, sonraları bu bolluğu krallıklar sağladı. Sistemi hayata geçirecek ivme, halkın güvenlik ve korunma ihtiyacıydı ve kralın bunu sağlayacak gücü ve yeteneğiydi.

 

Karanlık Çağ’daki baskın güç, kral tarafından atanan ve kendine özgü bir bağlılık yemini eden yerel dükler sayesinde yaşatılıyordu. Bu vasallar, savunma ve kamu güvenliği için ordu yetiştirmek, idari ve adli görevleri yerine getirmek ile görevliydiler. Bunun karşılığında, yerel lordlar toprağa kavuştu; bu topraklar, daha sonra alt vasallar tarafından işletildi ve bu küçük menkullerde serfler çalıştırıldı. Vasallar, üstlerindeki lordlara olan borçlarını genellikle serflerden oluşturduğu askerlerle birlikte kendisi de savaşlara katılarak ödüyordu. Cesur ve güçlü olanlar sonunda asil şövalyeler haline geldi, zayıflar ise işçi köylüler olarak kaldı. Zamanla toplumsal pozisyonlar kalıtımsal hale geldi ve sistem statik, az paralı takas biçimine dayalı katı bir feodalizme dönüştü; en altdakiler emeklerini ve özgürlüklerini üstler tarafından sağlanan güvenlik ve korumaya karşılık takas ettiler.

 

Charlemagne Birayı Resmileştiriyor

Charlemagne, 768 yılında hükümdarlığını kazandığı sırada sistem böyle bir sistemdi. Kısıtlı sayıdaki ulaşım ve iletişim araçları ile bir imparator, Köln'ün batısından yaklaşık 80 km uzakta yer alan başkent Aachen'de (ya da Aix-la-Chapelle) nadiren kalabiliyordu. İmparator, bir kale veya bir imparatorluk mülkünden diğerine geçerek bölgesel ve yerel konularla ilgileniyordu. Dolaşımda fazla para olmadığı için vergiler arazi ne sağlıyorsa oydu. İmparator gelirlerini yerinde tüketmek için mülklerine gidiyordu, çünkü bu gelirler ona hazineyi oluşturacak madeni para olarak gelmiyordu, çünkü dolaşımda yeterli para yoktu.

 

Charlemagne imparatorluğu, büyük mülkler halinde örgütlendi. Her biri vasalın evi, kilise, tahıl değirmeni, nalbant, fırın, ahır, ambar, atölyeler, köylü kulübeleri ve tabii ki bira atölyesinden oluşuyordu. Charlemagne, yerel bira üretiminin büyük bir destekçisiydi ve her bir yönetimde bir bira atölyesinin bulunması konusunda ısrar etmişti. Vasalları için, Capitulare caroli magni de villis (Charlemagne'in mülklerini işletmeyle ilgili ana hususlar) başlıklı ayrıntılı bir ekonomik kurallar manzumesi yazdı ve burada, bira atölyesinin yönetimi de dahil olmak üzere yönetimin neredeyse her yönüyle ilgili ayrıntılı talimatlar verdi.

 

Hükümdarlığa gelir gelmez, 61. Paragrafı devreye soktu: "Biz geldiğimizde amirlerin bira örneklerini huzurumuzda hazır etmesini isteriz. Ayrıca usta biracının da gelmesini isteriz, böylece huzurumuzda iyi bir bira hazırlayabilirler." 34. Paragraf'ta, biracılara hijyen konusunda talimat verdi: "Amirler, bira yapımında ellerini kullanan işçilerin kendilerini temiz tuttuğundan emin olmalıdır." Ayrıca, yıllık raporlarda ısrarcıydı (62. Paragraf ): "Ayrıca istiyoruz ki, amirler yıllık envanter defterini Noel zamanında hazırlasın. Ürettikleri biraların bir listesini de istiyoruz, böylece hangi ürünlerin hangi miktarlarda mevcut olduğunu bilelim." Bu talimatnamelerde, orta Avrupa'daki kurumsal, ticari bira üretiminde manastırların yakında en başarılı oyuncular haline geleceği bir faaliyet alanının tohumları atılıyordu.

 

Gruut Sendeyse Bira da Sendedir

Feodal sistemde toprak kontrolü, vasallar lordlar ve serfler arasında açık bir şekilde düzenlenmiş hakların ve yükümlülüklerin dağılımına bağlıydı ve özellikle bir vasala verilmeyen tüm araziler taç sahibine aitti. Ve taç arazisi, çağın ustabiracısı evkadını için en önemli kaynağı oluşturuyordu: Unutmayın, hâlâ şerbetçiotu kullanılmayan bir dönemdeyiz. Şerbetçiotunun 730'lu yılların başında Almanya'nın Hallertau bölgesindeki tarlalarda ekiminin yapıldığını biliyoruz, ancak bu yüzyılla gelinceye kadar, bira genellikle gruut adı altında civanperçemi, mersin ya da ardıç (eski Almanca'da "yabani otlar") ile çeşnilendirilmeye devam etti. Böylece, yapabileceğiniz biranın kalitesi, uygun yabani bitkilere erişiminize bağlıydı ve bunlar çoğunlukla imparatorun topraklarında yetişiyordu. Herkesin bira yapmak için izni vardı ama herkesin yabani otları (gruut) toplama izni yoktu. Bu, tacın biranın kalitesini neredeyse tamamen kontrol altında tutmasına yaradı. Başlangıçta, taç, kendi mülkleri için yabani bitki toplama ayrıcalığını saklı tuttu, daha sonra bu imtiyazı kiliseye ve manastıra da tanıdı. Sonunda, gruut terimi sadece biracıların biraya aroma kazandırmak için kullandıkları otları değil aynı zamanda birayapımı imtiyazını almak için ödemek zorunda oldukları verginin adı oldu.

 

Dua ve Bira

Charlemagne zamanında, manastırlar bir yenilikti. İtalya dışında, Hıristiyanlaştırılacak ilk insanlar beşinci yüzyılın başında İrlandalılar ve Britanyalılar oldu. Yeni dönüştürülenler, kıta putperestlerini lanetlenmekten kurtarmak için misyonerlik hevesiyle dolup taşıyorlardı. Altıncı yüzyılın başında, İrlandalı misyonerler, yeni putperest ruhlar aramak için Cermen ormanlarına girmeye başlamışlardı. İncil'i yaymak için buralarda küçük manastırlar kurdular.

 

En başarılı misyonerlik, takipçileriyle birlikte bugünkü Fransa, Avusturya, Almanya ve İsviçre'de yeni inancın tohumlarını eken İrlandalı Aziz Columban idi. St. Gall, İsviçre'de, Karanlık Çağ'ın en büyük bira fabrikası haline gelecek olan ünlü manastırı kuran bir keşişti. Bir başka ünlü misyoner/biracı Franconian keşiş Corbinian, 724 yılında Münih'in kuzeyinde Weihenstephan Dağı'nda basit bir şapel inşa etti. Bu küçük yeri 1040'da Freising'in Bishop Engilbert'inden resmi birayapımı imtiyazlarını ve kar amacıyla bira satma hakkını elde eden bir Benedikten Manastırı haline dönüştüğü için harika bir yer seçmiş olmalı. Bugün, Weihenstephan'daki bira fabrikası Bavyera Eyaleti'ne aittir ve dünyanın süregelen en eski bira işletmesidir.

 

Tüm Alman haneleri gibi, bu saf yürekli tarikat keşişleri de Orta Çağın başlarında kendi tahıllarını ektiler ve kendi biralarını yaptılar. Kısa sürede biranın, eğer yeterince güçlü ve en iyi tahıllardan yapılmış olması halinde, susuzluğun yanı sıra çok besleyici, gerçek bir "sıvı ekmek" olduğunu keşfettiler. Keşişler için bu çok önemliydi çünkü periyodik olarak tutulan oruç dönemlerinde, katı yiyeceklerin dudaklarının arasından geçmesine izin verilmiyordu. Roma'daki kilise babalarının oluşturduğu dinsel öğretiye göre sadece sıvılar orucu bozmuyordu. Anlaşılan Papalık Alman birası hakkında çok az şey biliyordu.

 

Rahibe manastırları da, kurumsal birayapımının merkezleri haline geldi. Rahibelerin yaşam biçimini seçmeyen diğer rahibeler ise birer laik bira üreticisi hausfrau oluyordu.

 

Doğal olarak, rahipler ve rahibeler, kendi tüketimleri için duydukları ihtiyaçtan daha fazla bira yapar oldular. Hayırsever işlerinin bir parçası olarak, hem ekmeklerini hem de biralarını yoksullarla ve barınak isteyebilecek bir gezgin veya hacı ile paylaştılar. Çok geçmeden, manastır birası kalitesi nedeniyle oldukça üne kavuştu. Talep arttıkça manastırın bira atölyesi de büyüdü ve bazı kız ve erkek kardeşler bira yapımında uzmanlaşmaya başladı.

 

Şerbetçiotunun Keşfi
İyi eğitim görmüş insanlar olarak, rahipler ve rahibeler birayapımına bilimsel yaklaşmışlardır. Yeni teknikler ve hammaddeler denemişler ve sonuçlarını sistematik olarak kayda geçmişlerdir. Bu süreçte şerbetçiotunun acılık ve koruyuculuk özelliklerini keşfettiler -ancak kimse tam olarak zamanından emin değil- ve muhtemelen ilk yüksek kaliteli biraları geliştirdiler. Zaten sekizinci yüzyılda Weihenstephan manastırının etrafı şerbetçiotu bahçeleri ile çevriliydi ve rahiplerin bu asmayı güzellik olsun diye yetiştirmedikleri de aşikardı.

 

Physica Sacra (Kutsal Dünya) adlı bir kitapta, şerbetçiotlarının bira üzerindeki koruyucu ve sağlıklı etkisinin ilk yazılı açıklamasını bulabilirsiniz. Kitabın yazarı Benedikten elçisi Hildegard von Bingen (1098 - 1179), doktor, doğa bilimcisi ve İmparator I. Frederick'in (Barbarossa) danışmanıdır. Hildegard düzenli olarak bira içiyordu ve o zamanlar inanılmaz bir yaş olan 81 yaşına kadar yaşadı. Bazı insanların onun ömrü ile biraya olan bağlılığı arasında nedensel bir bağlantı kurması şaşırtıcı değildir.

 

Bira İmtiyazları – Bir İktidar Aracı
814 yılında ölümünden sonra Charlemagne, mirasçılarına muazzam bir imparatorluk bıraktı. 962'ye gelindiğinde, bu toprakların doğu kesimindeki Germen kabileleri, resmen "Alman" olarak adlandırılan imparatorluğun altında ilk kez tamamen birleştiler. Başında I. Saxon Otto (912 - 973, namı diğer Muhteşem Otto) vardı. Kiliselerin, manastırların ve rahibe manastırlarının kamu kurumlarının kendi alanlarındaki tek iletişim ağını temsil ettiğini fark ederek, kendisiyle kilise arasında sıkı bir ittifak kurdu. Merkezi hükümet feodal sistemde zayıf olduğu için, kilise ve piskoposlar birçok devlet görevini devraldı. Piskoposlar hâkimlik göreviyle güçlerini ikiye katladılar, kamusal işleri organize ettiler ve gerektiğinde kılıçlarını kuşanarak yabancı istilacıları ya da yerel soyguncu sürülerini yok etmek için savaşa girdiler.

 

Krallardan serflere kadar, feodal dünyanın sakinleri kilisenin maddi ve manevi silahlarındankorkuyorlardı. Otto, feodal haklar ve imtiyazlar vererek kilisenin konumunu güçlendirdi, bu imtiyazların içinde gruut imtiyazı da vardı. Çok geçmeden, Ortaçağ'ın başlarında, manastırlı bira üreticileri, yüksek yerlerle kurulan ilişkilerin tadını çıkarmaya başladılar. Mesela, 947'de I. Otto'nun gruut hakkını Liége kilisesine (günümüzde Belçika'da)  bizzat vermiş olduğunu biliyoruz. Bu imtiyaz hakkı yukarıdan aşağıya bir silsile olarak dağıtıldı. Metz'in Piskoposu (şu an Fransa'da) hemen yakınındaki St. Trond'un manastırına bu hakkı tanıdı, Colonge Piskoposu da yetkisini kullanarak Neuß Kilisesi’ne bu hakkı verdi (bugünkü Düsseldorf'taki Alt bira evinin yakınında).

 

Bira İle Ticaret, Bira İle Kefaret

Roma'nın çöküşünden sonra, Batı dünyasını bir arada tutma görevi Hıristiyan rahiplere düştü. Manastır duvarları arkasında, insan ruhu, erdem ve kader hakkında düşünerek din adamları kendilerine küçük cennetler yarattılar - vahşilikten kaçarak eski kitapları kopyaladılar, yeni kitaplar yazdılar, zamanın tek okulunu onlar yönettiler ve Karanlık Çağlar dediğimiz beş yüzyıl boyunca yaşanan ekonomik ve kültürel durgunluk döneminde genel olarak kültürü ve eğitimi korudular.

 

Çevrelerindeki feodal malikâneler gibi ortaçağ manastırları da neredeyse kendi kendine yeterliydi. Kendi tahıllarını ekiyor, kendi sürülerini yetiştiriyor, kendi ekmeğini pişiriyor ve kendi biralarını yapıyorlardı.


Almanya'daki ilk manastırlar çoğunlukla İrlandalı rahipler tarafından yapılmıştı- ahşap bir şapelin etrafında toplanmış birkaç inziva kulübesi mütevazı bir misyonerliğin başlangıç istihkâmı oldu. Bu istihkâmların çoğu sık kullanılan yolların kesişme noktalarına stratejik bir biçimde yerleştirildi, göçmenlerin kullandığı Roma ile Lombardiya'ya arasında bulunan Alpine geçidi gibi, burası Konstanz Gölü civarındaydı. Başlangıçta, dünyadan kaçma dürtüsüyle şekillenen bu erkek egemen yapının içindeki hayat sert ve basitti. St. Columban, Amen'i söylemeyi unutan ya da koronun ahengini bozana altı kırbaç vurulmasını tavsiye etmişti, bıçakla bir masayı kertenlere de on kırbaç. Yemeklerin basit ve asla bol olmamasına karar vermişti. Yiyecek ve içecek sadece yaşamı sürdürmeliydi, zarar vermemeliydi. Sarhoşluk yasaktı ve birayı döken bir keşiş bütün gece boyunca ayakta durmak zorundaydı.

 

Karanlık Çağ'da ticaret çoğunlukla yerleşim yerlerine yürüyerek ya da yüklü hayvanlarla ulaşan gezici çerçiler tarafından gerçekleştiriliyordu. Fakat tekinsiz yollar, hırsız lordlar, eşkıyalar ve çeteler başlarının belasıydı. Manastırlar çoğu zaman yorgun bir çerçi ya da yolcu için en güvenli sığınaktı. Roma ile Kudüs arasında hac ziyareti yapanlar için bu duraklama noktaları ve güzergâhlar Hıristiyan coşkusu ile birlikte çok popüler hale geldi. Pansiyonlar ve biraevleri eski Roma yollarında zaten yer almıştı, kapüşonlarıyla ruhani yolculuğa çıkmış buhacıları misafirperverlikle konaklattılar ve yedirip içirdiler. İmparatorluğun ana ve yan yollarında seyahat eden hacılar ve halk çoğaldıkça, manastırların faaliyetleri de arttı. Rahiplerin tanrı misafiri olarak gelen herkese sadaka olarak dağıttığı yiyecek, içecek ve barınak, kısa sürede toz içindeki yolculardan kâr sağlayacak bir olgu haline geldi. Bir sofu inancıyla uyulan o eski katı kurallar bu yardıma muhtaç yolcuları ağırlama işiyle kendiliğinden gözden düşmeye başladı, bu da kimseyi şaşırtmadı. Pek çok keşiş manastırın tarlalarında, mutfaklarında ve bira atölyesinde zorlu bir iş çıkardıktan sonra misafirleri ağırlarken İrlandalı olmayan İrlandalı St. Columban'ın tavsiye ettiği o sade manastır rejimine göre çok daha fazla teselli buluyorlardı.

 

Feodal haklar ve imtiyazların kalkanıyla korunan ve kendi ürettikleri bira için gittikçe artan bir taleple karşı karşıya kalan rahipler sonunda bu baştan çıkarıcı ticarete yenilmek zorunda kaldılar ve kâr için bira satmaya başladılar. Manastır hanları ve barları kükreyen bir iş hacmine ulaştı. Her manastır farklı bira hazırlıyordu ve pazarda bir köşe kapmaya çalışıyordu. Tanrının kutsal ordusunda manevi yoldaşlık yapan safiyane din kardeşleri içecek işinde zamanla birer ticari rakip oldu. Ekonomik olarak, manastır bira fabrikaları laik işletmeler gibiydi, ancak birkaç rekabet avantajı ile: ucuz/bedava hammadde, ucuz/bedava işgücü ve tüm vergilerden muafiyet. Manastır birası güzel ve ucuzdu. Bu bira atölyelerinin birçoğunun devasa bir fabrikaya dönüştüğünü rahatça düşünebiliriz. Nürnberg'deki manastır, yılda yaklaşık 2,500 varil bira üretmekteydi! Bavyera'da bir başka manastır hanı yılda 10,000 misafir ağırlıyordu.

 

10. ve 11. yüzyıllar, Almanya'daki manastır birasının altın çağlarıydı. Belki de dokuz ya da on milyonluk bir ülkede, muazzam miktarda ve kalitede bira üreten 500 manastır bira fabrikası vardı (300'ü sadece Bavyera'daydı). Ve bütün biralar ale bira idi.

 

Keşişler Keyifliydi Ama Lordlar Kıskanıyordu

Manastır birasının ticarileştirilmesi, onu yüksek standartlara ulaştırmakla kalmadı aynı zamanda nihai çöküşüne de yol açtı. Sonuçta, manastırlar, kendi başarılarının doğurduğu haset ve muhalefetin kurbanı oldular. Bira ticaretinden elde edilen zenginlik, manastır topluluğunun rahat, laik ve bazen de düşkünleşmiş bir yaşam tarzına sahip olmasını sağladı. Bu, yoksulluk, iffet, inziva ve itaat konusundaki yeminlerini ciddiye alan keşişler arasında kaygı kaynağı oldu. Ayrıca, başta rahip ve rahibelere ayrıcalıklı birayapım hakları tanıyan laik lordların kıskançlığını da tetikledi.

 

Bazı ruhbanların uyguladığı laik yaşam tarzına karşı ilk muhalefet, 910'da kurulan Burgonya'daki Cluny Benedictine manastırında başladı. Bu, tüm dünyada yaklaşık 1,500 bağlı manastıra hızla yayılan bir hareket oluşturdu. Fransız Alpleri'ndeki Chartreuse'deki Carthusianlar, 1084 yılında ikinci bir manastır canlanma hareketi başlattılar. Dijon yakınlarındaki Cîteaux'daki Cistercianlar 1098'de üçüncüsünü başlattı. 12. yüzyıla gelindiğinde, Orta Avrupa'da yeni, saf, anti-laik bir coşku yaşandı ve manastır hayatının her yönünü kademeli olarak yeniden yönlendirilmesine yol açtı. Bir kez daha, dindarlık, yoksulluk ve pastoral görevler yerini aldı, laik, frapan tarz birayapımı, ticaret ve eğlence tekrar kapı dışarı edildi.

 

Siyasi açıdan bakıldığında, kilise elindekileri aşırı kullandı gibi görünüyor. Kilise ve devlet arasındaki mücadele, laik efendilerin koruması altında kurulan manastırın bira atölyeleri ve barlar sayesinde büyük zenginlik sağladığı bir kez fark edilince sertleşti. Augustine (354 - 430) gibi Hıristiyan filozoflar, kilisenin devlet üzerindeki üstünlük iddiasının doktrinel temellerini sağlamışlardı. Kilise, bölgenin yaklaşık üçte birine sahipti ve imparatora tacı Papa takıyordu. Yerel bazda, piskoposlar sadece ruhani değil, aynı zamanda imparatorluğun etkin sivil makamlarıydı. İmparatorluğun gelirlerinin çoğunu onlar artırdılar.

 

İmparator nihayetinde atama hakkı için yani kendi vasallarını piskoposun önemli görevlerine atama hakkı konusunda ısrar etti. Bu güçlü makamların Papa tarafından seçilmesine izin veremezdi. Bu Kutsal Roma İmparatorluğunu boş bir kabuğa dönüştürür ve imparatoru paralel bir gücün basit bir kuklası haline getirirdi. Papa VII. Gregory ve İmparator IV. Henry'nin atama konusundaki güç savaşı, Gregory nihayet kozunu oynadığı sırada, 1077'de kendini gösterdi: Papa Henry'yi afaroz etti. Papalık, eğer dünyevi güç ve zenginliğin geçici ihtişamına şimdi izin verirse, imparatorun ebedi kurtuluşuna ve yüceliğine ahirette nasıl izin verilebilirdi.

 

Henry'nin, İtalya'ya hac yolculuğu yapmaktan ve af dilemekten başka çaresi yoktu. İki adam, Kuzey İtalya'da Parma yakınlarındaki Canossa kalesinde bir araya geldi. Henry dizlerinin üstüne çöktü ve Gregory, Henry'nin tüm yatırım taleplerine son vermesi karşılığında afarozunu kaldırdı. Papalığın - ve onun Benedikten rahip ve rahibelerinin bira yapma gücü - zirveye ulaşmıştı. Papa kazandı, görünüşte ve bundan sonra Almanya'daki güç ve zenginlik onun tarafına geçmiş görünüyordu. Ancak Henry yedi yıl sonra İtalya'ya geri döndü, bu sefer dizlerinin üstünde değil, bir orduyla gelmişti. Roma'yı ele geçirdi, Gregory'yi sürgüne zorladı ve yeni bir papa atadı. En son gülen o oldu!

 

Henry'nin zaferininin ardından Papa'nın gücündeki azalma, kilisenin yönettiği toplum üzerinde derin bir etki yarattı. Güç boşluğu olduğu yerde, birisi o boşluğu doldurur. Bir zamanlar manastırın birayapımı haklarının destekçisi olan feodal lordlar, artık bira endüstrisinden elde edilebilecek gelirleri kendilerine nakit olarak ayırmaya niyetliydiler. Kendi mülklerinde bira atölyelerini (Hofbräuhaus) özel imtiyazlar tanıyarak kurmaya başladılar, elbette ki yasaya uygun bir şekilde uygulamalar oluyordu çünkü bu yasaları tamamen kendileri kontrol ediyordu. Sonuç olarak, birçok manastır ticari olarak birayapımı hakkını kaybetti, ancak bazıları kendi tüketecekleri kadarını üretmek için izin aldı.

 

Bira endüstrisindeki manastır çoğunluğunun zayıflamasına ve genel olarak bira tüketiminin düşmesine toplumsal ya da siyasi nedenlerden ziyade başka bir doğal etken sebep oldu. Bu, ikinci binyılın ilk birkaç yüzyılında meydana gelen iklimsel bir değişimdi. Dünya, şarapçılıktaki büyümenin daha kuzeydeki bölgelere hızla yayılmasına izin veren bir ısınma eğilimine girdi. Özellikle güney Almanya'da, ucuz ve bol miktarda kaliteli şarap elde edildi ve nihayet bir zamanların baskın içeceği haline gelen tahıla ciddi bir rakip haline geldi. İlginç bir şekilde, manastırlar bira imtiyazlarını kaybetmeye başladıklarında, yeni dalgayı hızla kullandılar vegelişmekte olan şarap endüstrisinde ve şarap temelli damıtık alkollü içeceklerin ve likörlerin üretiminde, hem mesleki hem de ticari açıdan lider oldular.

 

Saflık İçin Savaş-Ama Maya Nerede? 

12. yüzyılda, özellikle de güney Almanya'daki feodal aristokratlar, manastırlardan ve rahibe manastırlarından birayapımı işini devralmaya başladı. Bir efendi, kendi Hofbräuhaus'unu (yerel bira atölyesi) kurar ve hayırsever olduğu takdirde, laik bir özel bira fabrikasına bir lisans verirdi; elbette ki ağır bir ücret karşılığında, ancak bu her zaman istenen sonuca vesile olmazdı. Sonuçta, rahiplerin ve rahibelerin birayapımı imtiyazlarını ellerinden almak bira uzmanlığını almaktan çok daha kolaydı, böylece biranın kalitesinde bir düşüş başladı. Kuzey Almanya'da hikâye biraz farklıydı. Orada, feodal soylulardan ziyade hür sermaye kiliseye birayapımı tekeli konusunda meydan okudu. Serbest girişimci patronlar genellikle hızlı çalışmaktaydılar. Sonunda, ruhbanlara karşı zafer kazandılar ve ürettikleri biraların kalitesinde onları geride bıraktılar.

 

Orta Çağ'da Almanya'nın güneyinde yaygın olan biraların çoğunun günümüzdeki biralarla çok az benzerliği vardı. Kesin olarak tanıdığımız tek hammadde su olabilir. Biracılar maltlandırılabildiği veya şekere dönüştürülebildiği sürece arpa, buğday, çavdar ve yulaf, hatta darı, bezelye, fasulye veya diğer nişasta içerikli ne varsa kullanırlardı. Sekizinci veya dokuzuncu yüzyıldan bu yana biraya aroma verici olarak şerbetçiotu bilinse de, o zamanlar biranın lezzetini "iyileştirmek" ya da bozuk aromaları örtmek için, karahindiba veya ardıç, hatta tuz, ilik, kurum, tebeşir veya haşlanmış yumurta gibi herhangi bir şey kullanılabiliyordu.

 

Bira kalitesi düştükçe bira tüketimi de azaldı. Asillerin kasası boş kalmamalıydı, kazançlarını kaybetmemeleri gerekiyordu. Şehrin soylu yöneticilerinin yanı sıra sivil yetkililerin de ilgisi aniden kamu sağlığının üzerine döndü, biranın kalitesini korumak için - onların iddiası buydu - yeni düzenlemeler gerekiyordu. İmparator I. Frederick, Almanya'nın bilinen ilk laik bira yönetmeliğinin yazarıydı. Yönetmelik 1156 yılında yayınlandı Justitia civilitatism Augustensis'in bir parçasıydı ve Frederick'in Augsburg kentine kazandırdığı ilk yasası oldu. İmparator, "Kötü bir bira yapan ya da ölçüyü eksik tutan bir biracı cezalandırılacaktır: birası ya tahrip edilecek ya da yoksullar arasında ücretsiz olarak dağıtılacaktır" şeklinde bir karar vermişti. İhlalin cezası beş guilderdi. Suçun üçüncü tekrarından sonra, bira üretim lisansı failin elinden alınacaktı.

 

Yerel biranın kalitesini (ve gelirlerini) kontrol altına almak için, şehirler sıkı ve genellikle aptalca düzenlemeler yayınlamaya başladı. Bürokrasinin zulmü, pek çok durumda, aristokrasinin zulmünün yerini aldı. 1293'te Nürnberg belediye meclisi, kendi sınırları içinde yalnızca arpanın birayapımı için kullanılması gerektiği konusunda ısrarcı olduğu basit bir yönetmelik yayınlayarak birayı iyileştirmeye çalıştı. Bununla birlikte, diğer bira düzenlemeleri o kadar basit ya da akılcı değildi. 1351'de uzun ve müdahaleci bir yönetmelik Erfurt şehrindeki Thüringen hakimi tarafından yayınlandı: "Kalibre edilmiş bir tank daima işarete kadar doldurulmalıdır. Buradaki bira maliyetlidir, yılda iki biradan fazla yapılamaz, yarım bira yapılamaz ve mayşelemek için üç çuvaldan daha az veya daha fazla malt imalatı yapılamaz. Bira sadece Çarşamba akşamı yapılmalıdır ve Bira Çanı çalınmadan önce işe başlanmamalıdır, çan çaldıktan sonra kazanın altında ateş yakılıp bira yapmaya başlanabilir. Ama kazan, ızgara, fırın ve fıçıya sahip olmayan kimse bira yapamaz. Bira baştan sona tam olarak yapılmalıdır. Walpurgis Günü'nde (25 Şubat) yapılacak bira miktarı açıklanmalı ve açıklanan miktarda bira yapılmalıdır. Kimse saman ve çalıyla ateş yakamaz"

 

"Bir hanın bira kupasını kıran ve ödemeden kaçan biri, 10 groschen ceza ödeyecek ya da kasabayı terk edecektir. Şerbetçiotu satın alan kişi satıcı doldurana ve elini çekene kadar ölçüm kabına dokunmamalıdır. (O günlerde bira üreticileri şerbetçiotunu ağırlığa göre değil hacmine göre satın alıyordu!) Kırsalda başka bir bölgeden gelen hiç kimse bira satamaz ve kasabadan habersiz bira yapamaz. Kırsal kesimde bira yaparken yakalanan bir usta artık kasabanın ustası olamaz" Burada Bierzwang'ın (bira rejimi) erken bir versiyonunu buluyoruz, yerel makamların kendi sınırları içinde satılan biranın sadece kendi topraklarında ve çevredeki kırsal alanda üretilmesine izin verdiği ve vergisini aldığı uygulama. Bierzwang, Almanya'nın pek çok yerinde 1803 yılına kadar uygulamada kaldı, Napolyon fethinin orta Avrupa'yı etkisi altına aldığı sırada Bierfreiheit (bira özgürlüğü) nihayet Almanya'nın çoğunda hukuki olarak yer aldı.

 

1250'de, Romalıların 1000 yıl önce zaten bira yaptığı Regensburg vatandaşları İmparator II. Frederick'ten imtiyaz imkânı aldılar. İşletmeler geliştikçe, bira üreticileri, standartlarını düşürerek kârlarını yükseltmenin cazibesine zor karşı koymaktaydılar. 1433 yılında hasatta yaşanan zarar, tahıl yetersizliğine neden oldu, yerel bira o kadar azaldı ki şehir babaları, dışarıdan bira imalatına izin verdiler (Hamburg ve Dortmund'tan). 1447 yılına gelindiğinde, Regensburger'de bira imalatının standardı oldukça düştü. Kent doktoru Konrad Megenwart'ı resmi bira müfettişi olarak atadılar ve altı yıl sonra, şehir duvarları içindeki bira üreticilerinin, aroma verici olarak "tohum, baharat ya da çalı" kullanmalarını yasakladılar. (Hellex 1981) Vatandaşların paralarının karşılığını almasını sağlamak için, şehir babaları da mayşelemenin son demlemesinden elde edilen ince biraların üretimini ve satışını yasakladı.

 

Münih'te de, bira üreticilerini ve atölyelerini düzenleyecek uygulamalar, günün şehir babaları için belirgin ve sürekli bir endişe kaynağıydı - Bavyera halkının ulusal içeceğinin pek de iyi olmadığının açık bir göstergesi sayılır. 1363'te, kaliteyi garanti altına almak için, 12 üyeli belediye meclisi tüm bira üretimini denetleme görevini kendisi üstlendi. 1372'ye gelindiğinde, Münih'te sadece 21 tane bira fabrikası vardı, her meclis üyesine iki fabrika bile düşmüyordu ve halkın bira talebi, bu bira fabrikalarını o kadar zorluyordu ki, fermentasyon biter bitmez bira tüketime sunuluyordu. 1420'de şehir babaları, piyasanın tek başına yapamayacağı şeyleri yukarıdan karara bağlamaya çalıştılar. Bütün biraların satılabilmesi için en az sekiz gün yaşlanmaları gerektiğinde ısrar ettiler.

 

 

1450'de bira üreticileri sayısı yalnızca 30'a çıktı ve Bavyera hükümdarı II. Duke Stephan tebaasından yeni bir ricada bulunarak bira sıkıntısını telafi etmeye çalıştı. Onlardan evlerinde daha fazla bira yapmalarını istedi, böylece bira o kadar kötü olmayacaktı. Güney Almanyalı bira üreticilerinin kuzeydeki Alman kardeşlerine yetişmeleri birkaç yüz yıl daha sürecekti. Bununla birlikte bira yapımı 15. yüzyılda Münih'te cazip bir meslek değildi, hal bu ki bu şehrin kaderinde dünyanın bira başkenti olmak vardı. 

 

Gelişmekte olan bir şarap endüstrisine sahip bölgelerde, azalan bira kalitesine aranan çözüm, genelde bira üretimini tamamen yasaklamak oluyordu. Franconian olan Würzburg kentinde olan budur, 1434 yılında şehrin sulh hâkimi, dük ve piskoposla istişare ettikten sonra bira üretimini "sonsuza dek" yasaklamıştı. Bununla birlikte, sadece üç yıl sonra, birkaç yüzyıl boyunca ısınan bir eğilim gösteren orta Avrupa'nın iklimi aniden tersine döndü. Sert ve uzun süren don dönemleri, Güney Almanya'daki hemen hemen tüm bağları yok etti. Şarap, Alplerin güneyinden ithal edilmek zorunda kaldı ve fiyat buna göre yükseldi. Sonuç olarak, halkın değişen tercihi sonucu bira hızlı bir dönüş yaptı.

 

Yetkili makamlar, tüm küstahlığı ile hem halkın iradesine hem de gizlice üretilen biraya rağmen inatla yasaklarına asıldı. Açgözlülük her zamanki gibi daha çok kazanır ve kendilerini bu kadar zora sokan bir uygulamayı uzatmak yerine ondan kar etmeye bakar. 1642'de Johann Philipp von Schönborn, Würzburg'un hem dükü hem de piskoposu olarak, kendine ait Hofbräuhaus'u kurdu. Böylece, Würzburg'da, "sonsuza kadar" olan uygulama sadece 208 yıl sürdü. 1437 yılındaki iklim değişikliği uzun süreli bir etkiye neden oldu. Piyasaya hakim olan güçlerin üzerinde kalıcı bir değişiklik meydana getirdi ve Güney Almanya'daki bira endüstrisine ihtiyacı olan desteği sağladı ve daha sonra da yeni düzenlemeler gerçekleşti.

Biranın “Saflığı”

1447'de Münih belediye meclisi, bütün bira üreticilerinin sadece arpa, şerbetçiotu ve su kullanmasını emreden bir yönetmelik yayımladı. Bu, yarım asır sonra, tüm Bavyera'da uygulanacak olan meşhur bira saflık yasası olan Reinheitsgebot'un ilk haliydi. 1487 yılına gelindiğinde, Bavyera Dükü IV. Albrecht  Münih şehrinde bulunan tüm bira üreticilerini 1447 nizamına bağlılık yemini etmeye zorladı. Ayrıca Dük, biranın fiyatını da belirledi: Kışın bir Maß (yaklaşık 1 litre) bira bir gümüş pfennig, yazın iki pfennig olacaktı. Bu fiyat farkı bira üreticilerinin yazlık biralar için kullanacağı ekstra tahıl ve uzun depolama süresini telafi etmek içindi. 1493 yılında Albrecht'in haleflerinden biri olan Dük Zengin Georg, 1447 yönetmeliğini, Bavyera'nın orta kesimindeki Landshut dükalığına kadar genişletti. Açıkçası,Bavyera'da düzenli bir temizlik yapıldı.

 

Reinheitsgebot, 23 Nisan 1516'da çıkarıldı. Başlangıçta sadece feodal Bavyera'da, daha sonra Almanya'nın tamamında, halka satılan biranın hammaddelerini, süreçlerini ve kalitesini düzenlemek için devlete imkân verdi. Bu yasa, Bavyera'nın ortak yöneticileri Dük IV. Wilhelm ve Duke X. Ludwig tarafından hazırlandı ve Münih'in 60 mil kuzeyinde bulunan Ingolstadt'ta düzenlenen Bavyera Bölgesel Mülkiyet Meclisi toplantısında tanıtıldı. 1516'daki Reinheitsgebot, birayapımı için sadece arpa, şerbetçiotu ve suyun kullanılabileceğini şart koşuyordu. Mayanın varlığı henüz keşfedilmemişti. Reinheitsgebot, Almanya'nın gıda kalitesini düzenleyen en eski, en geçerli yasasıdır.

 

 

Lager, Bir Tesadüf mü? 

1870'lerde buzdolabı icat edilmeden önce, atalarımız istedikleri gibi bira yapamıyordu, sadece doğanın onlara verdikleriyle yetiniyorlardı. Fermantasyonu etkileyen faktörleri ampirik, deneme yanılma yöntemiyle zamanla anlayabildikleri görülüyor. Mahzendeki ortam sıcaklığının şerbetten aldıkları birayı kendine göre etkilediğini fark ettiler. Ayrıca iki tür fermentasyon olduğunu fark ettiler.

 

Bilimcilerin bu iki fermentasyonun gizemini çözmesi neredeyse 300 yıl daha alacaktı. Reinheitsgebot'un kurbanları, saf biranın anahtarının maya olduğunu bilmiyordu. Maya, tek hücreli bir mantar olup, tam anlamıyla tüm çevrede bulunur. Nemli, karanlık yerlerde saklanmayı sever. Tahıl tozuyla dolu raflar, bira atölyesinden yükselen buhara maruz kalan pervazlar, maya için ideal bir yaşam ortamı oluşturur. Maya orada şansı dönene kadar yıllarca bekleyebilir ve bir gün sert bir esinti, tatlı şerbetle dolu olan açıkağızlı fermentere doğru onu havalandırabilir.

 

Birayı güzel yapan iki geniş maya ailesi vardır: Ale mayaları ve lager mayaları, her birinin kendi yaşam konforuna özgü sıcaklık aralığı vardır. Ale mayalar, sıcak ve rahat bir ortamda, 15° ila 25 °C civarında aktif olur ve en lezzetli birayı üretir.  Lager mayalar serin bir yerde olmayı sever, en iyi işlerini sıcaklığın 4° ila 9 °C ve hatta daha altında olduğu zaman yaparlar. Ale mayaları, daha düşük sıcaklıklarda iştahlarını kaybedip, lager mayalara alan bırakarak uykuya çekilirler. Lager mayaları, diğer yandan, yüksek sıcaklıklarda mayalanmaya devam edebilir, ancak daha sonra bira içinde istenmeyen bozuk aromalar üretebilirler. Doğal olarak, hiçbir saf maya cinsi olmayan ortaçağda aynı fermenterde bu iki maya da bulunuyordu ve kendi sıcaklık aralıklarında baskın hale geliyorlardı. Hem ale hem de lager mayalar şerbet içinde asılmış haldedirler, fermenterin içindeki şekerleri kendi usullerince sindirirler, ancak sadece ale maya, biranın üstünde kalın köpük tabakaları oluşturur. Ale mayalara bu nedenle "üst fermentasyon" mayası denir. Karşılaştırıldığında, lager mayaları fermenter yüzeyinde daha az aktiftir, bu nedenle sıklıkla "alt fermentasyon" mayası olarak anılır. Şerbeti bira haline getirme işlerini tamamladıktan sonra hem ale hem de lager mayalar uykuya çekilir (durağanlaşır) ve genellikle dibe çöker.

 

Mayaların sıcaklığa duyarlı doğası nedeniyle, Reinheitsgebot'un başlangıçta kontrol etmeye çalıştığı bira kesinlikle lager bira değildi. Ortaçağ biracılarının bihaber olduğu bu durum nedeniyle soğuk Bavyera kışları boyunca lager üretiliyordu ama talep patlaması yaşanan yaz ayları boyunca üretilen hep ale bira oluyordu.

 

Bir Münih belediye meclisi raporu, soğuk fermentasyonla üretilmiş birayı ilk kez 1420 yılında telaffuz etti. Yine Münih'te 1551'de bir şehir yönetmeliği, fermentasyonun tesadüfî bir süreç olmadığını ve kesin bir sonuç elde etmek için üretimin yönlendirilebileceğini ima etti. "Arpa, şerbetçiotu, su ve maya (aynı bu şekilde yazılmıştı!), eğer düzgün mayşelenirse ve soğutulursa, bir alt fermentasyon birası da üretilebilir" diye belirtiyordu. Ale ve lager arasındaki farkın erken ama beyhude bir farkındalığı.

 

1553'te yazlık bira Bavyera'da tamamen yasaklandı. O zamanlarda yetkili makamlar - sağlıklı yaz birasının tedariki her zaman endişe kaynağı olmuştu - , soğuk fermentasyonun, bilinçsizce mayşelenen ve muhtemelen bakteri enfeksiyonu kapmış olan yaz aylarının üst fermentasyon birasına kıyasla daha iyi depolama şartları sağlayan daha saf bir bira olduğunu kavradı. Resmi bira yapımı mevsimi, bu nedenle, Aziz Michael Günü (29 Eylül) ve Aziz George Günü (23 Nisan) arasında sınırlandırıldı. İlkbahardan sonbahara kadar, bira üreticileri alternatif istihdam arayışındaydı. Açıktır ki, yukarıdan dayatılan bu türden bir bira takvimi lager üretimini avantajlı kılmıştır. Soğuk Bavyera kışları boyunca bira atölyelerinin hepsinde birden sadece ale bira yapamazdınız.

 

Bu iki yönetmeliğin önemi, Reinheitsgebot ve yaz birasına getirilen yasaklama hafife alınacak gibi değildi. Bu yasalar, Bavyera'nın Alman birasının ortak kültüründen ayrılmasına neden oldu. "Yeni" lager kültürü ile "eski" ale kültürü arasında bir kuzey-güney ayrılığı yarattılar. Bundan sonra, Bavyera bira üreticileri, soğuk-fermente edilmiş, maltlaşmış-arpa temelli lager bira yönünde sıkı bir şekilde hareket ederek kendi rotalarını çizdiler; bu durum, Bavyeralıların sahip olduğu tesadüf ve beceriyle, bazılarının iddia ettiği gibi, eşi benzeri olmayacak bir şekilde günümüze kadar geldi.

 

Özgür Kentsoylu Biracılar

12. yüzyıla gelindiğinde ticari kurumlarla bağlantılı ve profesyonel loncalar halinde örgütlenmiş özgür, ücret karşılığı çalışan esnafların istihdam sağladığı yeni bir kentsoylu  sınıfının doğumunu gözlemliyoruz. Feodalizm, kısıtlı bir eğitim, para ve ticaretten doğdu, zenginliğin tek kaynağı toprak ve serflerdi, bu zenginlik eğitilmiş (din adamları) ile kudretli (lordlar) arasında paylaşılmıştı; kısa sürede maddi tabanı araziden sanayiye ve ticarete kaymış olan toplum üzerinde anakronik bir kabuk haline geldi.

 

Bundan böyle, bira yapımı üzerindeki sosyal kontrol, efendiyle vatandaş arasındaki mücadeleye bağlı olacaktı ve bu mücadele efendiyle rahip arasındaki mücadeleyle aynı değildi. Rahipler ve rahibeler imtiyazlarını kaybederken, şehirlerdeki tüccarlar, belki de Tanrı ve imparatordan çok kendi servetlerine sadık kaldıklarından, iyi bir şey gördüklerinde hemen anlıyorlardı. Mümkün olduğunca her yerde bira ticaretine yapıştılar ve sonunda kendilerini kilise ve devletle çatışma içinde buldular. Özellikle kilise ve devletin toplum üzerindeki tutumunun daha da boğucu hale geldiği Kuzey Almanya'da, feodal lordlar değil, özgür tüccarlar manastırlı bira üreticilerinin en büyük rakipleri olarak ortaya çıktı. Dünyevi tüccarlar, uzak ticaret organizasyonları yaparak aralarında baharatlardan salamuraya, ipeklere, biraya kadar her çeşit malın değiş tokuşunun yapıldığı en ünlü Hansa Birliği'ni kurdular ve yeni pazarlar açtılar.

 

Feodal düzende ilk çatlaklar, 924 yılının başlarında meydana geldi, Kral I. Henry doğu kanadından gelen istilacı Macar baskınlarına karşı kaleleri ve kasaba duvarlarını inşa etmeye başladı. Doğudan at sırtında gelen işgalcilere karşı verilecek savaşta soylu efendilerden fazla yardım alamayan kral, sıradan halka yöneldi ve onları "kentsoylu-burjuva" (burghers) olmaya teşvik etti. Bu hareketle Henry sadece yeni bir kelime yaratmakla kalmadı, tamamen yeni bir sınıf oluşturdu (burg Almanca kale, hisar demek). Sınır bölgelerinde savunma kaleleri kurarken, halkın acil durumlar için yiyecek deposunda yatmalarını ve savaşmak için yürüyüş düzeninde ve at sırtında eğitim almalarını emretti. Kral aynı zamanda bu burjuvalara bira yapma ve istihkâmlardan bir mil uzakta biralarını satma hakkı da verdi. Bu askeri merkezler kısa süre içerisinde yargı, ticaret ve sosyal etkinliklerin merkezi haline geldi. Bu yeni yerleşimlerdeki yeni sınıf, yani orta sınıf, Almanya'da yaklaşık beş yüz yıl önce Roma İmparatorluğu'nun çöküşüyle gelişen toplumsal düzenin temellerini zamanla yıkacaktı.

 

Başlangıçta, ülke bira üretimi gibi şehir birası da sadece evde yapılıyordu ama bir problemi de beraberinde getirmişti: O zamanlar kiliseler, hisarlar ve kaleler haricindeki tüm yapılar ahşaptan yapılıyordu ve bir hausfrau'nun bira kazanının veya ekmek fırınının altındaki ateşi söndürmeyi unutması yüzünden tüm kasaba yanabilirdi. Bu nedenle, birçok şehir babası, kamu güvenliği konusundaki endişelerinden kaynaklı evde bira yapmayı ve ekmek pişirmeyi yasakladı. Her evin günlük ekmeğini ve birasını yapacağı ortak taş fırınlar inşa ettiler. Bu tür ortak fırın ve bira yapım tesisleri, kentin bira üretiminin hem ticarileştirilmesi hem de düzenlenmesi ve vergilendirilmesi için gereken fiziksel koşulları yarattı.

 

Bu erken şehir bira atölyeleri personel çalıştırmaya başladığında, fırıncılar genellikle bira ustası olarak da çalışıyordu. Zaten bütün gerekli malzemeler ellerinin altındaydı. Ortaçağın bu sıcak ekmek fırınları maya hücresi için ideal bir yaşam ortamıydı, hem günlük ekmeği hem de birayı mayalamak için kullanılıyordu. Çoğu zaman olduğu gibi, bazı maya türleri böyle bir ortamda baskın hale geldi, örneğin bazı lambalı Belçika evlerinin kirişleri ve pervazları gibi yerlerde ve böylece ortaçağın fırınları sürekliliği olan kalitesi iyi fırıncı birası ürettiler. Böylece, fırıncılar doğal olarak hem katı hem de sıvı ekmeğin yerel kaynağı haline geldi ve birçok şehir yetkilisi, bira yapma hakkını sadece fırıncılara verdi. Bu fırıncı birası atölyeleri, Grimm Kardeşlerin 19. yüzyılın başlarında derledikleri halk hikâyeleri arasına dahi girdi (Jacob Grimm 1785-1863; Wilhelm Grimm 1786-1859). Rumpelstiltskin yaktığı kazanın çevresinde dans edip şarkı söylerken şunları söylemektedir: "Bugün ekmek mayalıyorum, yarın bira  mayalayacağım, sonraki gün de kraliçenin çocuğunu tavlayacağım."

 

Er ya da geç birçok ortak biraevinin, hanların eklenmesiyle birlikte gerçek iş haline dönüşmesi kaçınılmazdı, burada esnaf ve işçiler günün yorgunluğunu bir kupa aleyle hafifletebiliyorlardı ve müteşebbis burjuvalar küçük iş planlarını burada yaptıkları toplantılarla fırsata çeviriyorlardı. Kırsal kesimdeki manastırlarda olduğu gibi, pek çok burjuva biraevi günümüzün pubları gibi gelişen işletmeler oldu.  Zamanla, başarılı olan burjuvaların ilgi alanları, güce ve imtiyaza sahip feodal efendilerin çıkarlarıyla çarpışmaya başladı, özellikle bira imtiyazı konusunda.  Şan ve şerefe sadece doğuştan sahip olduklarını iddia eden feodal lordlar, girişimcilerin nakit ekonomisinin bir parçası değildiler ve neticede çıkan savaşların ve lüks yaşam tarzlarının finansmanı için kentlerin cömertliğine duydukları destek zamanla azalmaya başladı.

 

Ortaçağda büyük burjuva girişimcilerin başarılı bir grubu Augsburglu Fugger ailesiydi. Fuggerler bankacılık, gayrimenkul, bakır, gümüş ve cıva ticareti yoluyla bu zenginlikleri biriktirmişti, 15. yüzyılda Avrupa'daki en zengin aileydi. İmparator I. Maximilian (1459 - 1519) dış savaşları finanse etmek için muazzam Fugger kredilerini kullandı ve 1519'da Maximilian'ın halefini seçme vakti geldiğinde Fuggerler, seçmenlere rüşvet vererek V. Charles'ın imparator olarak seçilmesini sağladılar.  Avusturya ve Almanya'nın yanı sıra İspanya ve dünyanın dört bir yanındaki sömürgeleri de dâhil olmak üzere Avrupa'nın çoğunun hükümdarı V. Charles idi (1500-1558). Tarihin ilk "üzerinde güneş batmayan" imparatorluğu diye ilan edilse de onu tacir sınıfının yükselen güneşi tahta çıkarmıştı. Bu tür bir destek için tabii ki hükümdarların ağır bir bedel ödemesi gerekiyordu. Krallar hükümet işlerinde şehirlere giderek artan bir pay vermeye ve onlara gerçek bir özyönetim hakkı tanımaya zorlandılar. 1521'de, Diet of Worms sırasında, Charles, Augsburg şehrine kendi parasını bastırma hakkını tanıdı. (Diet of Worms, Almanya'nın Worms şehrinde toplanmış olan meclistir. Bu meclis Martin Luther'i, Hıristiyanlığa ve papalığa karşı çıkmaktan dolayı afaroz etmistir.) Bu tür lütufların, Augsburglu Fuggerlere olan borçtan dolayı geri ödemesiz kalacağını hayal etmek zor değil.

 

Şehirler gerçekten "özgür" hale geldi. Tüzüklerinde, yasa yapma, para basma, vergi tahsil etme ve soyluların müdahalesi olmadan kendi ticari ve siyasi işlerini yürütme hakkı yer aldı. "Stadtluft macht frei" (şehir havası özgürleştirir), burjuvaların sloganıydı ve serflerin geceleri sıvışıp kaçarak feodal baskıdan kurtulmaları için onları teşvik ediyordu. Bu serflerin kaçıp geldiği yerler, feodal beylerin yaptıkları işin karşılığı olarak sadece ailesini doyuracak kadar erzak verdiği yerlerdi. Şehirler serflerin emeğinin karşılığını bir ücret olarak aldığı ve özgür bir insan olduğu yerlerdi. Artık kendisi için bir şeyler yapar olmuştu.

 

Burjuvalar, şehir dışından gelen ve gittikçe artan işgücünü iyi kullandılar. Üreticileri organize ettiler, serfleri ücretli usta olarak çalıştırdılar, ticaret ağları kurdular, depolar ve perakende satış mağazaları inşa ettirdiler. Ticari faaliyetleri, kentlere daha fazla servet ve güç kazandırdı, bu tarım ekonomisine dayalı feodal sistemin baskılanmasına neden oldu. Burjuvalar sınır tanımaz bir şekilde kâr olasılığı gördükleri her ticarete girişir oldular. Rahip ve rahibelerin daha önce kanıtladığı gibi, biradan özellikle kaliteli biradan zengin olunabileceğini gördüler. Dolayısıyla, ortaçağ kilisesinin bira tekeline yönelik en önemli meydan okuma, nihayetinde soylulardan değil, özellikle kuzey Almanya'daki gittikçe artan şehirli burjuva sınıfından geldi.

 

Kuzey Almanya'da güney Almanya'daki Fugger ailesi gibi birçok girişimci burjuva olmasına karşılık çok sayıda da kibirli aristokrat ve şımarık piskopos vardı, fakat genelde, kuzeyliler güneyli meslektaşlarına kıyasla sivil ve ekonomik özgürlükleri için daha saldırgan davranıyorlardı, hatta bazen ordu gücü bile kullanıyorlardı, 13. ve 16. yüzyıl arasında bira üretimi ve bira kalitesi güneyde gerileyince bira işi çoğunlukla kuzeydeki Almanlara kaldı.

 

Kent burjuvaları ve onların oluşturduğu konseyler, 12. asrın sonlarına doğru kendi şehir duvarları içinde bira sanayi üzerinde tam bir kontrol elde etmişti. Şehir hükümetleri, onlardan önceki soylular gibi, bira yapımı hakkının sadece onlarda olduğunu beyan ettiler. Soyluların artık onları durduracak bir gücü kalmamıştı, eski düzen eski dünyada kalmıştı.

 

Biranın Üzerine Kurulmuş Ticaret İmparatorluğu

13. yüzyıla gelindiğinde birçok tüccar, feodal devletin kendi çıkarlarını artık yurtiçinde veya yurtdışında yeterince koruyamadığını tam olarak anlamıştı. Özellikle Baltık bölgeleriyle ticarette bulunan kasabalarda, sivil örgütler ve ticaret loncaları, ticari birlikler kurmak için güçlerini birleştirdiler. Örneğin Bremen ve Hamburg'un tüccarları, Çar'la anlaşmalar yapmak için Rusya'nın Novgorod kentinde ortak bir temsilcilik oluşturdular.

Londra'da Kral II. Henry, Alman şehir tüccarlarına 1157'nin başında özel lisanslar ve imtiyazlar kazandırdı. Hatta onlara Thames'de daha sonra Steelyard House olarak adlandırılacak olan özel bir konut, bir lonca binası bile verdi. 1194 yılında Kral I. Richard, Kölnlü Steelyard tüccarlarına, Londra'daki tüm geçiş ücretlerinden ve gümrüklerden muafiyet ve İngiltere'deki tüm fuarlarda ticaret yapma hakkı verdi. Bu haklar daha sonra Steelyard'ın diğer üyelerine de genişletildi. Çok geçmeden, Steelyard, kendi ambarları, tartım yeri, kilise, ofisler ve yerleşim bölgeleri ile birlikte kendi duvarları içinde bir komün haline geldi. Daha birçok İngiliz limanında kendine bağlı şubeler açtı.

 

Alman Ulusunun Kutsal Roma İmparatorluğu'ndaki siyasi iktidarsızlıktan ve deniz ticaret tacirlerine yönelik korsan tehditlerinden, dış ticarete karşı oluşturulmuş feodal düzenlemeler ve aşırı gümrüklerden dolayı yaşadığı zorluklar, önde gelen Alman ticaret şehirleri arasında daha yakın bir birliği teşvik etti. 1241'de Lübeck ve Hamburg, Danimarka Yarımadası'nın her iki tarafında, iki taraflı bir ittifak olan karşılıklı koruma antlaşması imzaladılar. 1266'da İngiltere Kralı III. Henry, Hamburg ve Lübeck'teki Steelyard tüccarlarına kendi sözleşme yapma haklarını vererek onları Londra'daki en güçlü tüccar sınıfı haline getirdi.

 

Hamburg ve Lübeck'in koruyucu birliğine kısa süre sonra aralarına diğer Alman şehirleri de katıldı ve güçlü bir resmi ittifak olan Hansa Birliği, Baltık ticaretinin merkezi Lübeck'i merkez üssü yaparak büyüdü. Birlik sonunda yaklaşık 200 şehire ulaştı. Kendi savaşlarını yaptı ve kazandı, örneğin 1368 - 1369'da Danimarka Kralı IV. Waldemar'a karşı Viking zamanlarında olduğu gibi, Birlik'in düşman gemilerini düzenli olarak yağmalama ve gemilerinden "bedava" bira alma hakkını aldılar. Birlik yabancı hükümetlerle kendi barış antlaşmalarını da imzalıyordu. Bunlardan biri bütün İskandinavya'da ticaret tekeli sağlayan Stralsund Anlaşması (1370) idi. Sonuçta hiçbir Danimarkalı kral Birlik'in resmi onayı olmadan taç giyemiyordu.

 

Birlik, şarap, yağ, tahıl, deri, kumaş, bakır, demir, tuz ve bira da dahil olmak üzere neredeyse her türde malın ticaretini yapıyordu. Birlik sayesinde, bir tüketici İngiltere'de Polonya hardalı, Flander'de Türk kuru üzümü, Norveç'te İtalyan inciri ve Rusya'da Alman birası satın alabiliyordu. Feodalardan kopmuş olan Birlik, tarifeler ve yapay ticaret kısıtlamaları olmayan ilk Avrupa ortak pazarını yarattı.

 

Hamburg ve Lübeck gibi kentler Hansa Birliği'nin bir parçasıydı ama onlar gibi bir liman kenti olan Bremen daha değildi.  Einbeck, Brunswick, Breslau, Magdeburg, Dortmund ve Köln gibi şehirler bu yeni ağa katılmaya ve büyüyen ticaret imparatorluğuna mallarını sunmaya can atıyorlardı, bu malların arasında bira en önemli ihracat kalemlerinden birisiydi.

 

Hemen sonra ihraç edilen arabalar dolusu ale, tozlu kuzey karayollarında gürüldeyerek Hansa tüccarlarının liman depolarına doğru yol alacaktı. Flanders, İngiltere ve İskandinavya'ya kadar Alman bira fıçılarını gönderen ilk şehir Bremen oldu. Brunswick Mumme, kumral, bol şerbetçiotlu bu bira o kadar güçlüydü ki neredeyse sonsuza dek lezzetli kalacak gibiydi ve yelkenli gemilerle dünya çapında, hatta sıcak Doğu Hindistan'a kadar yol aldı. Bira ticaretinin altın çağını, yalnızca, kuzey biralarının giderek artan kalitesi değil, aynı zamanda atlardaki çekme ve koşum takımında yapılan icat mümkün kıldı. Bu alandaki gelişme ilk kez dokuzuncu yüzyılda öne çıktı ancak yalnızca 13. yüzyılda daha geniş bir kullanım kazandı.

 

Önceleri at, boynuna takılmış bir bir kayışla arabaya bağlanıyordu. At ne kadar güçlü çekerse, kayış göğsünü o kadar sıkıştırıyordu. Sert koşum tüm bunları değiştirdi. Baskıyı nefes borusu üzerine değil de atın omuzlarına bindirerek hayvanın "beygir gücü" nü neredeyse beş kat artırdı. (Bu yöntem Çin'de 7 asır önce zaten kullanılıyordu.) Ancak bundan sonra tekerlek izleriyle derinleşmiş yollarda fıçıların at arabasıyla taşınması kolaylaştı. Yük taşımacılığında kullanılan atlar kayma, tırnak kırılması ve ayak yaralanmalarına da maruz kalırlar. Bu aksaklıklar teslimat süresinde gecikmelere yol açabiliyordu ve güvenilmezdi. Hayvanları sağlam tutan çivilenmiş demir at nalı kullanılmaya başlandıktan sonra özellikle yarı-bozulabilen malların ticaretinde bir zaman çizelgesine dayalı taşımacılık mümkün oldu.

 

Bock Bavyera’ya Nasıl Geldi

13. yüzyılın ortalarından beri yaptığı birayı geliştiren bir başka Hansa şehri de Einbeck'ti. Gruut yerine şerbetçiotu kullanan Einbeckli bira fabrikaları, bugünkü Alt'a benzemese de, arpa ve buğdaydan yapılmış, soğukta dinlendirilmiş, mükemmel muhafaza edilmiş, kumral bir bira üretiyordu. Einbeck'te iki-üç yüz bira fabrikası vardı, hepsi de şehir babaları tarafından sıkı denetleniyor ve vergilendiriliyordu. Einbeckliler bira fıçılarını Hamburg, Bremen ve Lübeck'e at arabası katarlarıyla gönderdiler; buralardan Amsterdam'a oradaki limanlardan Hansa gemileriyle denizden batıya gönderildi ve diğer liman Reval'a oradan doğuya ve hatta Kudüs'e kana ve biraya susamış Haçlı şövalyelerine kadar ulaştırılıyordu.


En azından geriye bakıldığında, Einbeckli biranın belki de en önemli istikameti Münih'ti. Biranın fiyatını ödeyebilen Bavyeralılar - özellikle soylular - düşük kaliteli yerel birayı yudumlamadan önce Einbeck'ten gelen aleyi içiyorlardı.

 

Bavyera'nın bu rekabete cevabı misliyle oldu. Reinheitsgebot'u yürürlüğe koydular ve yerel üretimlerde kuzeyin biralarını taklit etmeye başladılar, ancak ilk başta başarılı olamadılar. Kuzeyden ithalat devam etti. Münih'in en popüler içkisi olarak kaldılar ve 1569 yılına kadar şehrin tamamında yalnızca 53 küçük bira fabrikası mevcuttu.


Kuzeyli biralar iyiydi ama pahalıydı,  Bavyera'nın parası su gibi kuzeye akıyordu ve Dük V. Wilhelm'in en büyük üzüntü kaynağı buydu. Landshut'ta kendi bira atölyesini kurdu, burada 1590'da yeni bir bira üretti, kumraldan kırmızıya kadar uzanan güçlü bir lagerdi, sonunda kuzey biralarına kaptırılan pazarı tekrar ele geçirmeyi umuyordu. Bir yıl sonra Münih'te şimdi ünlü Hofbräuhaus'un bulunduğu yerde yeni bir atölye açtı. 1610 yılına gelindiğinde, Münih yerel bira fabrikası yerel hanlara ve hane halkına ilk teslimatlarını yapar oldu.

 

Ancak sonunda Münih'teki kuzey biralarının hâkimiyetini sona erdirecek en güçlü darbeyi indiren V. Wilhelm'in halefi, I. Maximilian oldu. 1612'de Einbeckli bira ustası olan Elias Pichler'i Münih'e gelip orijinal Einbeck birasının gerçek bir örneğini yapması için ikna etti. Bir kere gelince de zavallı Elias'ın mazereti ne olursa olsun kasabayı terk etmesine izin verilmedi. Kaçmasına izin verilemeyecek kadar değerli bir devlet varlığı haline gelmişti. Bavyera lehçesi yüzünden Einbeck kelimesi kısa sürede "ayn pock" haline geldi sonra da "ayn  bock" şekline evrildi. Biranın kendisi de metamorfoz geçirdi, Bavyera etkisi altında, güçlü bir aleden, bugün Bock birası olarak bildiğimiz, güçlü bir lagere dönüştü.


Elias'ın birasının ünü o kadar yayıldı ki, Maximilian Otuz Yıl Savaşı’nın askeri harcamalarının çoğunu bu devşirme bira ustasının yaptığı kumral lagerden sağlanan gelirlerle karşılayabiliyordu. Bavyera nihayet bugünün bira kalesi olma yolunda ilerliyordu.

 

Soğuk Kuzey, Birayapımın Sıcak Yatağı

Hansa kenti olan Bremen'in limanından daha fazla bira geçtikçe bu işi yapan tüccar burjuvalar birayı alıp satmak yerine kendileri bira yaparlarsa daha fazla para kazanabileceklerini kısa sürede anladılar. 13. yüzyılın sonuna gelindiğinde, Bremer bira üreticilerinin becerileri ve Hansa Birliği pazarları sayesinde Avrupa'da Bremen'de üretilenlerden daha popüler ve bol olan bira olmayacaktı.


Hamburglular da kısa sürede uluslararası bira işine girdiler ve 14. yüzyıl boyunca Bremenli rakiplerini gölgede bırakmaya başladılar. Hamburg, Birlik'in bira kenti olarak ortaya çıktı, ancak Bremen, Einbeck, Göttingen ve Brunswick'ten gelen biralar için önde gelen ihracat limanı olmaya devam etti. 1376'ya gelindiğinde Hamburg'da 457 burjuva bira fabrikası, 1526'da 531 fabrika kaydedilmişti. Birlikte, yılda neredeyse 25 milyon litre (200.000 varilden fazla) bira üretildi ve kentin ücretli nüfusunun neredeyse yarısını istihdam ettiler. En ünlü biraları, Keutebier'di, şerbetçiotlu, kızıldan koyu kahveye kadar renk aralığında bir buğday birasıydı, önden hissedilen tatlılık şarapsı bir bitişe sahipti.

 

Hamburg birasının en ateşli sevenlerinden biri de Luther'in reformcu takipçisi ve sırdaşı Philipp Melanchton'tu. Philipp, 1560'da Wittenberg'de, ölüm döşeğinde bile, bir tas bira çorbası istedi. Bunun son yemeği olacağını bilerek Hamburg'un köpüklü birasıyla yapacağını söyledi. Böylesi bir marka bağımlılığına ne demeli?


Hannoverliler, Broyhan ismiyle kendi buğday ale bira versiyonunu geliştirdiler, bu ismi Cord Broyhan'a atfen koymuşlardı, bu adam genç yaşta kasabasından ayrılmış Hamburglu bir bira ustasına çıraklık yaparak bira yapmayı öğrenmişti. Hamburg birasının tüm sırlarını ele geçirmişti. 1526'da evine döndüğünde kendi bira fabrikasını kurdu ve Hamburg birasının bir varyasyonunu üretmeye başladı, şerbetçiotuyla iyi harmanlaşmış, açık kumral ve üçte bir buğday üçte iki arpa ile yapılan bir biraydı. Açgözlü ve fırsatçı girişimciler hemen bu Broyhan trenine zıpladılar. 1609 yılında, Hannover şehir konseyi, yerel Broyhan birasının kalitesini ve bira yapımı tekniklerini düzenledi, bira üreticilerinin sayısını 317'ye düşürdü, hepsini bir lonca haline getirdi ve loncayı bir şirketleştirdi. Lonca bira fabrikası hâlâ Hannover'dedir ama borsa binası olarak hizmet vermektedir ve Hannover'in en eski kurumudur.

 

Hansa Birliği'nin yok oluşu ve matem çanının çalınışı Otuz Yıl Savaş'larıyla oldu ve kuzey biracılığının zaferi de bundan nasibini aldı. Protestanların, Katoliklerle olan savaşı Avrupa ülkelerini altüst etti. Almanya bu yıkıcı kargaşa sonrasında harap oldu. Kentleri yağmalandı, tarlaları nadasa bırakıldı, toprağı kana bulandı, ticareti durdu ve Kutsal Roma İmparatorluğu eski ihtişamını kaybederek boş bir kabuğa döndü. Çoğu manastır, feodal kale ve bira fabrikası olduğu gibi yıkıldı ve bir daha inşa edilmedi. Almanya, 370 yarı özerk devlete ve vilayete bölündü, kendi sınırları, kendi gümrük vergileri, kısıtlamalarıyla birlikte ticareti imkânsız hale getirdiler.

 

Hansa Birliği resmi olarak 1669'da dağılmıştı, ancak kalıcı mirası, toprak sahibi feodallerle kent burjuvaları arasındaki ekonomik dengeyi Avrupa'da sonsuza dek değiştirdi. Savaş, ardında yeni sosyal organizasyonlar tarafından doldurulmayı bekleyen, hayatın her alanında ilerleme sağlayacak, özgür bir zihniyete ve yeni fikirlere açık bir boşluk bırakmıştı.

Buğday Alesi ve Aldım Verdim Oyunları

Bavyera'nın Hollandalı eski feodal yöneticileri Wittelsbach Evi olarak 1180'de iktidara geldiler. Siyasi servetleri ne olursa olsun, biranın sahibi olarak pek çok duruma hâkimdiler. Egemenliklerinin ilk 300 yılında, keşişlerin ve burjuvaların elinden çekip aldıkları ale ve lager yapma hakkını ve kazançlarını kendileri ve dostları için korumaya çalıştılar. Sonradan gelecek 100 yıl boyunca, genel olarak ale yapma haklarının hepsini lager yapımına devrederek sadece lager yapmayı sağlayacak düzenlemeleri gerçekleştirdiler ve kendi yerel bira fabrikalarının pazar konumunu güçlendirdiler. Ancak, sonunda, ale bira yapma hakkını geri tanıdılar, ancak sadece buğday birası olarak - ve bundan ne kadar para kazanabilecekleri gördükten sonra ale birasını tamamen tekelleştirdiler.

 

Bugün, aleyi düşündüğümüzde aklımızda doyurucu, gövdeli, tatmin edici, besleyici ve lezzetli bir bira şekillendiriyoruz. Lageri düşündüğümüzde, aleye kıyasla, narin, ince, gösterişli ve lezzetli bir birayı resmederiz. 16. yüzyılda Bavyera'da işin aslı böyle değildi. 1516'daki bira saflık yasası (Reinheitsgebot) ve 1553'teki yaz birası yasağından sonra arpa bazlı lagerler koyu ve bulanıktı, öte yandan buğday esaslı ale olan "beyaz bira" (Weissbier) ise berrak ve lezzetliydi.

 

Buğday Birası Yararsız Bir İçkidir

Almanya'nın geri kalanında olduğu gibi Bavyera'da da herhangi bir tahıl birayapımı için kullanılabiliyordu ama Wittelsbacher'in eş dükleri, IV. Wilhelm ve X. Ludwig buğdaydan "saf" bira yapılamayacağını ilan ettiler. Bu iddia, yüzlerce yıldır buğday birası üreten Münih yakınlarındaki Schwarzach’ın asil bir ailesi olan Degenberg sülalesinin kafasına balyoz gibi indi. Degenbergler, kendilerini Bavyera'da bira yapmak ve satmak için tek imtiyaz sahibi olarak görüyorlardı.


Orijinal Reinheitsgebot'ta buğdayın bira hammaddesi olarak sayılmaması muhtemelen tesadüf değildi ve kibir, ataerkillik, siyaset ve mali hırsın bir kombinasyonuydu. Dükler, Weissbier'i, kaba halk için narin bir içki olarak görüyordu, bu görüş koyu lagerin o zamanlar çok iyi bir içki olduğunu düşündüklerini kanıtlıyor, dükler lageri saf içki olarak ilan etmişlerdi.

 

Ayrıca ortaçağ Bavyera'sında sık sık buğday sıkıntısı yaşanıyordu ve tebalarının alışkanlıklarını çok iyi bilen dükler, Bavyeralıların gündelik birasından çok ekmeğinden kesinti yapacaklarından korkuyorlardı. Feodal lordların tebaalarının refahını gözetmeleri Tanrı tarafından verilen bir görevdi, ataerkil akıllarınca kamu yararı açısından buğdayın, sıvı formdan ziyade katı şekilde tüketilmesi daha iyi olacaktı. Dükler, buğday birasını "besleyici olmayan, güç vermeyen, sadece sarhoşluğu teşvik eden yararsız bir içecek" olarak görüyordu - elbette bir asilin susuzluğunu hafifletiyorsa durum değişirdi! (Lohberg, tarih yok) Reinheitsgebot'tan elli yıl sonra 1566'da, sıradan bira üreticisi tarafından yapılan buğday birası tamamen yasaklandı.

 

Buğday Birası Politik Maç Haline Gelir

Siyasi açıdan, dükler, Degenberg Hanesinin babadan oğula devredilmiş atadan kalma buğday bira fabrikasına ve bu biraya olan düşkünlüklerine saygı duymak zorundaydılar. Şehrin yöneticileri serflerden ordu kuran ve besleyen toprak lordlarının elde ettiği imtiyazları geri almak için gereksiz bir savaşa girmeyi göze alamazdı. Serflerin sahibi olan yerel lordlar, kendi hakları ve imtiyazları karşılığında askeri hizmet veriyorlardı. Kendileri için sonsuza dek sürecek avantajlar üreten sıkı bir pazarlık yaparlardı.

 

IV. Wilhelm, Degenberglerin Weissbier'i üretme ve satma hakkını teyit etmiş hatta genişletmişti; ancak onun ardılı Dük V. Abrecht bu kadar cömert değildi. Degenbergler'in hayatını mümkün olduğunca çekilmez hale getirmek ve işlerini baltalamak için biralarına bir satış vergisi koydu; bu durum, 1602 yılına kadar süregelen Wittelsbachlar ve Degenbergler arasında bir kavgaya yol açtı. Dükler için o yıl çok hayırlı bir yıl oldu, Degenberglerin son kuşağı olan Baron Hans Sigmund ardında bir varis bırakmadan öldü. O günün kurallarına göre, buğday birası imtiyazı otomatik olarak Bavyera düklerinin sülalesine devredildi.

 

Buğday birasıyla para kazanma sırası Degenberglerden düklere geçti, resmi Bavyera politikası aniden tersine döndü. Reinheitsgebot yasasının sahibi IV. Wilhelm'in torunu olan Dük I. Maximilian, Münih'te babası V. Wilhelm'in yaptığı koyu lager bira fabrikasının hemen yanında yeni bir biraevi inşa etti. Her iki bira fabrikası da tesadüfen günümüz ünlü Münih Hofbräuhausun yer aldığı Am Platzl Meydanı'ndaydı.

 

Maximilian Schwarzachlı bira ustasını Münih'e getirdi ve yeni bira fabrikasını tümüyle Weissbier üretimine ayırdı. Yıllar geçtikçe, holdingine daha fazla buğday bira fabrikası ekledi. Ayrıca, başkalarının buğday birası üretmesini önlemeye devam etti ve böylelikle sadece arpa kullanmayı şart koşan Reinheitsgebot'ta Wittelsbachlar için yaratılan ayrıcalıktan keyfince istifade etti. Dediğim gibi yapın, yaptığım gibi değil...!


Yalnızca buğday birasının kitlelere dağıtılmasına izin vermekle kalmadı, aslında her hanın standart koyu lagerin yanında buğday birası vermesini de şart koştu, üstelik hanların bu birayı sadece tacı temsil eden kendilerinden alması gerekiyordu! Reddederse, lisansını kaybediyordu. Bavyera bira politikasındaki bu dönüş, sadece boşa akan buğday birasını muhafaza etmekle kalmadı, aynı zamanda şehrin hazinesini de şişirdi.

 

Yararsız İçki İşe Yarar Para Kazandırmakta

Weissbier tekeli Wittelsbach ailesinde 19. yüzyıla kadar kalmıştır, Bavyera hükümdarları bu üst klâs içkinin alt tabaka halka satışından astronomik meblağlar kazandılar. 1803'te, bir buğday birası kalite yönetmeliği bile yayınlamışlardı, bira "gazlı ve köpüklü olmalı, şerbetçiotunun acısını içermeli, damakta serinletici ve ferahlatıcı bir his bırakmalı ve aromasını tüm içiş boyunca sağlamalıydı". Dolayısıyla, haritada sadece lagerleri gösteren Reinheitsgebot'a rağmen, Bavyera günümüzün demokratik piyasa güçleri tarafından değil üstten gelen baskıyla Alman buğday birasının beşiği oldu,  ... çünkü işin içinde soyluları tek ilgilendiren şey yani para vardı.

Buğday Birasının Ölümü ve Doğumu

Neticede, Bavyera'nın koyu lageri geliştirildi ve piyasaya geri dönüş yaptı. 1808'de, dukalığın koyu lager bira fabrikası buğday bira fabrikasına bitiştirilerek faaliyete geçirildi. 1800'lü yılların ortalarında, buğday biraları sadece geçe duyulan bir merakla içilir oldu. 1872'de Wittelsbach, Weissbier ayrıcalığını özel bir bira fabrikasına sattı ve böylece dukalığın iki buçuk yüzyıllık buğday birası tekeline son verdi. Takip eden on yıllarda, buğday birası satışları istikrarlı hale geldi.

 

Reinheitsgebot modern zamanlarda değişime uğramışsa da ve bazı biralarda buğday maltının kullanımına izin veriyor olsa da, Weissbier bunların arasında değildir. Almanya'da lager buğday birası yoktur. Kanunen yasaktır! Weizen veya Weissbier olarak adlandırılan bütün biralar, üst fermantasyon mayası ve en az yüzde 50 buğday maltı ile yapılmalıdır. Dahası, buğday malt değilse ya da ham olan herhangi bir tahıl kullanılacaksa -verboten (yasaktır).

 

Günümüzde düzinelerce özel bira fabrikası, berrak, sarışın, filtrelenmiş Kristallweizen'den, soluk, filtre edilmemiş Hefeweizen'e, koyu Dunkelweizen'e, güçlü Weizenbock'a ve hatta Weizendoppelbock'a kadar tüm renk tonlarında ve alkol seviyelerinde buğday birası çıkardı. Buğdaydan elde edilen ale bira şu anda Alman bira tüketiminin yaklaşık yüzde 10'unu oluşturuyor ve Hamburg'tan Münih'e, Düsseldorf'tan Dresden'e kadar ülkenin her yerindeki mağazalarda ve barlarda satılıyor.

 

Hansa Birliği'nin dağılması ve bira endüstrisinin kuzeyde kesintiye uğramasından sonra, Almanya'da özel teşebbüs biracılığı devam etti. Bavyera'da, manastır ve dukalığa ait bira fabrikaları yerini ticari olanlara bıraktı. 12-16. yüzyıl arasında, Bavyera'da tüketilen en kaliteli biranın çoğu 1750'ye kadar Kuzey Almanya'dan ithal edilmek zorunda kaldıysa da, Bavyera'da yaklaşık 4,000, çoğunlukla çok küçük ölçekli ticari bira fabrikası ortaya çıktı ve hepsi mükemmel ve çoğunlukla lager bira üretiyor. Her küçük kasabanın ve köyün kendi bira fabrikası vardı, genellikle yerel tekel kuralları ile korunuyorlardı ve bira evreninin küçücük yamacını kendilerince destekliyorlardı. Yaklaşık 200 yıl öncesine kadar Bavyera'daki bazı bölgelerde başka bir kasabadan bira içilmesine karşı konulan yasak yürürlükte kaldı.

 

Burjuvazinin politik ve ekonomik zaferi, Bavyera'da bile sonuçta kalıcı olduğunu kanıtladı. Fransız Devrimi'nden (1789) sonra, özgürlüğün gümbürtüsü Avrupa'nın en istikrarlı, muhafazakâr ve gerici bölgelerinde bile etkisini gösterdi. 1797'de Fransızlar, demokratik bir coşkuyla Düsseldorf ve Köln'ün bulunduğu Rheinland'ı işgal ettiler. 1806 yılına gelindiğinde Napolyon Bonapart Avrupa'nın büyük bölümünü yönetiyordu. Aynı yıl Kral da olan Avusturya İmparatoru II. Francis istifa etti ve 962'de Otto'nun kurduğu Alman Ulusunun Kutsal Roma İmparatorluğu resmen çözüldü. II. Francis'e göre, artık hükümranlık etmeye değecek bir ülke değildi.

 

Fransız Devrimi: Yaşasın Özgür Bira

Ele geçirilen Rheinland'ın sosyal kontrolünü sağlamak için, yeni kurulan yönetimin valisi ve Napoleon'un kayınbiraderi Joaquim Murat, tüm ticaret ve meslek kuruluşlarını yasaklamıştı. Bu, Düsseldorf, Köln ve Almanya'daki başka birçok yerde bulunan bira fabrikası loncalarının sonuydu.

 

Bavyera'da bile, 1800 yılında yerel bira satışı tekelleri kaldırılmıştı ve her tebaanın, yerel bira fabrikası yerine bir dış kasabadan istediği birayı içmesine izin verilmişti. 1805 yılından sonra, ülke bira fabrikalarına şehirli rakipleri kadar çok bira üretmek için izin verildi ve bütün bira fabrikaları kendi birahanelerine sahip olabilir ve işletebilirlerdi.

 

Napolyon'un Waterloo'daki yenilgisinden (1815) sonra ve barış antlaşması aynı yılın Viyana Kongresi sırasında ele alındığında, Rheinland, Prusya'nın bir eyaleti haline geldi. Prusya yöneticileri, kabul kurallarının çok kısıtlayıcı olduğunu savunarak, loncaların kaldırılmasını onayladı. Bundan sonra, Gewerbefreiheit uyarınca, Prusya’nın her tebaası, kendi mesleklerini veya ticaretini seçme özgürlüğünü, loncaların kapalı dükkan kısıtlamalarıyla engellenmeden kullanabileceklerdi. 19. yüzyılın başlarında, bira ticaretindeki korumacılık yavaşça yoldan üstünden çekildi ve rekabet kuralları geçerli oldu. Almanya'nın çoğu bölgesinde bira yapımı geleneksel kısıtlamalardan kurtuldu - tabii ki vergiler hariç - ve açık pazarın hain sularına atıldı. Örneğin, Münih'te 1790'da kentin 40.000 sakinine 60 bira fabrikası tahsis edilmişti. 1819'a gelindiğinde sadece 35 tane kaldı, 1865'te ise 15'ten daha azdı. Pazar arenası verimsiz işletmeleri eledi, ancak sallantıdan kurtulanlar daha da büyüdü.

 

Bira Yapımı Bilime Dönüşüyor 
Dini dogmanın ve feodal geriliğin kısıtlamalarından kurtulduktan sonra eleştirel düşünce ve bilimsel araştırma da gelişmeye başladı. Entelektüel dünyadaki değişimler, Otuz Yıl Savaşı'ndan sonra 17. yüzyılda başlamış ve bira ve bira yapımı üzerinde derin etkileri olmuştur. Göbeklitepe, Sümer ve Mısır döneminden bu yana, bira kendiliğinden, kontrolsüz fermantasyonla üretildi. Kazılarda bulunan tabletlerde resmedildiği gibi antik dünyanın insanları yarım pişmiş ekmeği su dolu bir kaba koyuyorlar, birkaç gün bekledikten sonra sazdan bir pipet yapıp ve sıvısını emiyorlardı.

 

Ortaçağda rahipler, rahibeler, vasallar, evkadınları ve zanaatkârlar teknikleri rafine ettiler, ancak harekete geçen süreçlerin neler olduğuna dair bir fikirleri yoktu. Çabalarının sonucu çoğunlukla ale, nadiren de bir lager oluyordu ama her zaman şansa bağlıydı. Sadece ticari özgürlüğün yükselişi, entelektüel aydınlanma ve bilim ve teknoloji bira yapımını yeni boyutlara ulaştırabildi. 19. yüzyıla kadar bira ne güvenilir ne de güzel olabildi.

 

Modern bir bira üreticisinin yeterlilik seviyesine ulaşmak için, insan aslında fermenterde ne olduğunu anlamalıdır. Görmek, anlamak ve kontrol etmek zorundadır.

 

Bu gelişme kabaca 17. yüzyılın başından 19. yüzyılın sonuna kadar sürdü. Keşif ve yenileme ile yönlendirildi ve yetersiz ve aletsiz 250 yıllık bir süre içinde insan birayapımında bilimsel bir anlayışa ve bira kalitesi ve tutarlılığı için gerekli olan süreçlerin teknolojik kontrolüne geçti.

 

Çürümeden Fermentasyona

16. yüzyıla kadar, Reinheitsgebot ve yaz birası yasağı gibi hükümet düzenlemeleri, özellikle Bavyera'daki bira imalat uygulamalarındaki değişikliklerin arkasındaki itici güçlerdi. Ancak 1516'dan sonra bile sadece arpa, şerbetçiotu ve su kullanıldığında, bira yapımı işleminin sonucu hala bir şans meselesiydi. Fermentasyon yaygın olarak sihirli ve anlık bir süreç olarak görülmüştü, bir çürüme olarak algılanıyordu. Fermenter tabanına yayılmış olan çamurlu tabakanın veya yüzeyinde oluşan köpüklü yapının ne olabileceğine dair bir fikir geliştirilmedi (mayadan söz ediyoruz). Bunun yerine, saflığı bozacak ve kurtulunması gereken bir yan ürün gibi değerlendirildi. Alkollü fermentasyonu bu "yan ürün"ün yaptığı bilinmiyordu.

 

Uygulamada, lager mayalarından (saccharomyces uvarum) ale mayalarına (saccharomyces cerevisiae) ve vahşi mayalara kadar havadan bulaşan herhangi bir sayıdaki maya zaten bira yapımı sürecinde bir şekilde bulunuyordu ve bira büyük olasılıkla bakteri ile enfekte oluyordu. Hangi mayanın baskın hale geleceği ve biranın karakterini belirleyeceği ortam sıcaklığına bağlıydı. Mahzen sıcak olursa, bira ale oluyordu. Özellikle sıcak yaz aylarında yapılan biralar için, bozuk aromalar ve kısa raf ömrü, istisna olmaktan çok bir kuraldı.

 

Mayanın metabolizması, sıcak ve soğuk mayalama arasındaki farklar ve ürettikleri biralar arasındaki farklar hakkındaki teorik bilgi 19. yüzyıla kadar beklemek zorundaydı.

 

Alman doktor ve kimyager Andreas Libau, nam-ı diğer Libavius (yaklaşık 1560 - 1616) fermentasyon ve çürümenin farklı süreçler olduğuna işaret eden ilk kişi oldu. Karbon dioksiti (CO2) biliyordu ve alkolü damıtmak için bir yöntem tasarlayan ilk kişiydi. O dönem herhangi bir bira üreticisinin Libavius'un ağır kitabı Alchymia'yı okuduğu şüphe götürür (Latince olarak 1606'da yayınlandı), ilk sistematik kimya kitabıydı, bilimciler bu kitabı daha sonra okudu. Libavius, fermentasyonun gerçek doğası ile ilgili yapılacak tüm keşiflerin kavramsal temelini attı.

 

Artık Net Olarak Görüyorum

Otuz Yıl Savaşı, orta Avrupa'yı yalnızca fiziksel olarak yıkmadı, aynı zamanda bilimsel çalışmaların çoğunu durdurdu. İlerleme, Akıl Çağı'nın, yeni bir entelektüel, siyasi, sosyal ve ekonomik değişim dalgasına başladığı ve Batı dünyasını demokrasi, sanayileşme ve laik yaşam biçimine doğru yönelttiği 18. yüzyıla doğru gelişmeye başladı.

 

Antony van Leeuwenhoek (1632-1723) her ne kadar bira yapımına hiç ilgi duymuyor görünse de, farkında olmadan, sonunda fermentasyonun gizemini çözecek olan aracı yaptı. Van Leeuwenhoek, doğal bilimci ve mikroskop yapımcısıydı. 1648'de Amsterdam'da tuhafiye çırağı olarak çalışan genç Antony bir büyüteç ile bez kalitesini kontrol ediyordu. Bu, optikle ilgilenmesine neden oldu. 1671'de ilk mikroskopunu yaptı. Hayatı boyunca en az 242 tane yaptı, bazıları 270 kat büyütme yapıyordu.

 

Hollandalı bir gözlük üreticisi olan Zacharias Janssen'ın van Leeuwenhoek'tan önce büyütme hakkındaki teoriyi bildiğini ve 1590'da (Galileo'nun 1610'da yaptığı gibi) ilkel bir mikroskop modelini yaptığını biliyoruz, ancak ilk kullanışlı cihazı yapan van Leeuwenhoek olmuştur. Bu alet 1674 yılında maya hücrelerini, bakterileri ve diğer protozoonları (tek hücreli hayvanlar) ve kırmızı kan hücrelerini ilk kez görmesine vesile oldu. Mikroorganizmaların nasıl ürediğini açıkladı ve fermentasyon ve çürümenin nedeni olarak gösterilen spontane üretim teorisini reddetti. Maya nihayet var oldu!

 

Süreyi ve Sıcaklığı Kontrol Etmek

Hiç bira yapımının termometre ve saat olmaksızın nasıl olacağını düşündünüz mü? İlk mekanik saatin icadını yapan, daha sonra II. Papa Sylvester olan Gerbert adlı eğitimli bir rahipti. Makinesinin mekanizması 996 yılına kadar dayanıyordu ancak mekanik saatler OrtaÇağ'ın sonlarına kadar geniş bir kullanım kazanmadı. Bir kum saatine veya belki bir güneş saatine göz kulak olarak haşlama zamanını veya kaynatma kazanını dikkatle kontrol ettiğinizi hayal edin. Mayşe verimliliğindeki ve bira kalitesindeki büyük farklılıklar günün emri vakisi olurdu, zamanın ölçümden ziyade tahmine dayalı olması mesele haline gelirdi.


Termometre 250 yıl öncesine kadar icat edilmedi. İlk kullanışlı termometreler, sırasıyla 1714'de Alman Gabriel Daniel Fahrenheit, 1731'de Fransız René Antoine Ferchault de Réaumur ve 1742'de İsveçli Anders Celsius tarafından geliştirildiler. Bu yeni küçük araç, sonunda bira üreticilerinin sabit hacimlerdeki tahıl ve suyu karıştırmasına gerek kalmadan mayşeleme sıcaklıklarını ve kaynama sıcaklığını kontrol etmelerini sağladı.

 

Etanol ve CO2 

Fransız kimyager Antoine Laurent Lavoisier (1743 - 1794) fermentasyon bilgisinde bir sonraki sıçramayı gerçekleştirdi. 1789'da, CO2 ve etanolün alkollü fermantasyonun ürünleri olduğunu keşfetti. Ayrıca, hem bitki hem de hayvanların solunumunda oksijenin rolünü açıkladı ve bu sayede arpayı bira olarak bardağımıza kadar getiren tüm birayapım sürecindeki karbon döngüsünü anlamış olduk.

 

Yeni Fırınlama – Yeni Malt

1818'den sonra, biranın tadını büyük ölçüde iyileştirdiler, zira geleneksel yöntem olan doğrudan dumana maruz bırakmak yerine maltın sıcak hava ile dolaylı olarak kurutulması kademeli olarak bir değişim başlattı. Malt tanelerinin nemli yığınlarının üzerine doğrudan kirli bir duman göndermek yerine yakıtla ısıtılmış temiz hava dolaylı bir sistemle nemli maltın üzerine gönderiliyordu. Böylece malt biraya kadar aktarılan tatları içeren kömür veya odundan kalan dumanlı kalıntılardan kurtulmuş oldu. Yeni fırınlar kurutmada daha hassas sıcaklık kontrolü sağladılar ve böylece bira üreticisine ilk kez güvenilir pale malt ve baz malt ile öngörülebilir mayşeleme imkanı kazandırdılar.

 

Hangisi Yapıyor! Şeker Mantarı mı!
Kimler yaptın Şeker Mantısı!19. yüzyılın başında bira üreticileri fermantasyonun çürümeyle hiçbir ilgisi olmadığını, mayanın önemli bir rol oynadığını ve Lavoisier sayesinde bu fermentasyonun alkol ve CO2 ürettiğini biliyordu. Şimdi birilerinin hepsini bir araya getirerek işleyiş mekanizmalarını ayrıntılı olarak açıklaması zamanıydı. Açıklama Alman fizyolog ve histolog Theodor Schwann'dan (1810 - 1882) geldi. Schwann, hücrenin tüm bitki ve hayvan dokularının yapı taşı olduğunu keşfetti. 1837'de van Leeuwenhoek tarafından mikroskop altında ilk kez görülen maya hücresinin canlı bir organizma olduğunu ilk kez tanımlayan kişi oldu. Küçük canlının tatlıya düşkün olduğuna dikkat çekerek, ona "şeker mantarı" dedi, dolayısıyla Latince adı saccharomyces oldu. Schwann ayrıca saccharomyces tarafından şekerlerin öğütülmesiyle gerçekleştirilen ve fermantasyon olarak adlandırdığımız sürecin sadece havasız bir ortamda olabildiğini keşfetti yani fermantasyon anaerobik bir süreçti.

 

Şerbet-Ne Kadar da Tatlı!
1843'te, ilk Pilsner Urquell'in yapımından yalnızca bir yıl sonra, Bohemya'lı kimyager Carl Joseph Napoleon Balling hidrometreyi icat etti. Arşimet kanuna göre çalışan ve şerbetteki çözünmüş maddeyi ölçen bir aletti, çoğunlukla şeker ölçümü yapıyordu ama proteinleri, mineralleri, vitaminleri ve aroma vericileri de ölçüyordu - sonuçta özütün gücünü ve fermentasyonun ilerleyişini (biracılar buna sindirim diyor) rakamsal olarak veriyordu.


Bira imalatı nihayet bir yerlere ulaşıyordu! Artık ortaçağın çürümesinin çamurumsu yan ürünü, şekerleri alkol ve karbondioksit haline dönüştüren tek hücreli bir canlı olmuştu ve böylece biracının şerbetini bira haline getirmeye başlamıştı. Artık biracılar mayayı besleyen maltın rengini kontrol edebiliyor, maya iş başındayken sıcaklığını ölçebiliyor ve bir lager veya ale üretip üretmeyeceklerini öngörebiliyor ve mayanın gelişimini hidrometre ile kontrol edebiliyorlardı. Fakat eğer mayayı terbiye etmek isteyince, bunu neyin sağlayacağını bulmaları gerekiyordu. Fransız kimyager Louis Pasteur bu cevabı verecek kişi oldu.

 

Aerobik ve Anaerobik-Mayanın İkili Yaşamı

Louis Pasteur (1822 - 1895), Dijon, Strazburg ve Lille'deki üniversitelerde profesör iken şarap, sirke ve biranın fermantasyonu ile ilgilenmeye başladı. 1862 yılına gelindiğinde, onu Paris'te bulunan École Normale'de buluyoruz, burada anlık fermantasyon efsanesini bitirmek için hazırlanıyor. Sıvıları 30 dakika boyunca yaklaşık 62 °C'ta ısıtınca içerdiği herhangi bir bakteri veya diğer organizmaların öldüğünü keşfediyor (pastörizasyon) ve sıvı hava almaz şekilde kapatılmışsa, anlık veya başka türlü - herhangi bir mikrobik etkinliğin tekrarlanmadığını görüyordu. Biraların raf ömrünü artırmak için her zaman istekli olan bira fabrikaları, ürünlerini pastörize etmeye yönelen endüstrilerin başında geliyordu.

 

Steril bir ortamda bulaşıcılar aniden ortaya çıkamayacakları ve sadece dışarıdan getirilmesi gerektiği için Pasteur, bira üreticilerine, mayanın enfekte veya sağlıklı olup olmadığını belirlemek için biraya eklemeden önce maya hücrelerini mikroskop altında incelemelerini tavsiye etti.

 

1868'de Pasteur Sorbonne'a taşındı. İki yıl sonra Fransız hükümeti tarafından, Fransız bira üreticilerinin, Almanya'dan taşkın halinde artış gösteren ithal biraya karşı etkili bir şekilde rekabet edebilecekleri bir biranın yapımını araştırmakla görevlendirildi. Sekiz yıl sonra bulgularını Études sur la bière adlı çalışmasında yazdı, Fransız bira pazarını komşu Alman birasından kurtaramamıştı ama mayanın metabolizmasından kaynaklanan üretimleri ve fermantasyon süreçlerinin en kapsamlı açıklamasını yaptı.

 

Mayanın, oksijenli ortamda glikozu (şekerin bir türü) metabolize ettiğini ve güçlü bir şekilde çoğalmak ve üremek için şekerden kazanılan enerjiyi kullandığını keşfetti. Anaerobik koşullar altında, maya fazla büyümez, fakat Schwann'ın gözlemlediği gibi, kuvvetli fermantasyona başlar. Bu kural şimdi Pasteur etkisi olarak bilinir: Oksijen fermantasyonu bastırır, yokluğu teşvik eder.

 

Pasteur'dan bu yana mayanın metabolik yaşamını, şerbetin havalandırılmasından sonra mayayı ekerek ve ardından oksijen açlığına maruz bırakarak yönetebiliriz. Aynı zamanda, steril şerbet ile başlayıp, ektiğimiz şıradaki mikropları kontrol edersek sonucunu da kontrol edebilir ve güzel bira yapabiliriz. Pasteur sayesinde, hijyen biracıların repertuarındaki enönemli araçlardan biri haline geldi.

 

Saf Mayadan Saf Biraya 
Hala farklı maya cinslerini ayıracak ve bunları saf bir cins olarak üretecek pratik uygulamaları bulmaya ihtiyaç vardı. Bu problem, mantarlarda (myces) tanınmış bir otorite olan Danimarkalı botanikçi Emil Christian Hansen (1842-1909) tarafından çözülmüştür. 1879'dan itibaren Hansen, Kopenhag'daki Carlsberg Bira Fabrikası laboratuarının başında çalıştı. 1881'de bira mayasını soğuk, alt fermantasyonlu lager cinsi (-saccharomyces- sakaromis uvarum) ve sıcak, üst fermente ale cinslerine (saccharomyces cerevisiae-sakaromis serevise) olarak sınıflandıran ilk kişi oldu. Bira üretiminde diğer bütün mayalara "vahşi" denir ve kötü tatlar üretir. Aslında Saccharomyces uvarum da saccharomyces Carlsbergensis olarak bilinir. Bu ismin nereden geldiğini bulmak zor değil.

 

Hansen, bira dostu üst ve alt fermantasyon mayalarının iki geniş sınıfının yanı sıra fermente oldukları biranın nihai tadını etkileyen kendi özelliklerine sahip çeşitli varyasyonların bulunduğunu da belirtti. Zaten 1882'de, iyi bira yapmak istiyorsak, mayanın sadece Pasteur'un ısrar ettiği gibi bakterilerden arınmasını değil aynı zamanda "vahşi" mayadan da arınması gerektiğini iddia etti. 1890'a gelindiğinde, saf maya suşlarının tek bir hücreden ekimi için pratik bir teknik geliştirdi. Maya ekimi artık eskisi gibi asla olmayacaktı.

 

... Ve dee Enzimler! 

Britanyalı kimyager Cornelius O'Sullivan, enzimlerin nasıl çalıştığını anlamış ilk kişi idi. Biyokimyasal katalizörler olarak enzimler, nem ve sıcaklık etkisi altında fermente edilemeyen nişastaları fermente edilebilir şekerlere dönüştürürler. O'Sullivan bulgularını 1890'da yayınladı ve böylece mayşenin gizemini çözdü. Havadaki karbondioksitten, tohumdaki nişastadan, şerbetteki şekere, fermante edilmiş biradaki alkole kadar olan karbon zinciri anlayışımızdaki son kayıp halkayı da bize verdi.

 

Şerbeti Soğutmak Diye Bir Şey Var

İnsanlık hem lager, hem de ale fermantasyonunun biyokimyasını kontrol altına almıştı fakat yıl boyunca fermantasyon sıcaklıklarının daha iyi kontrol edilmesi de gerekiyordu. 19. yüzyılın ortalarında, mayanın sadece çok dar bir sıcaklık aralığında iyi çalıştığı anlaşıldı. Bira ancak o zaman doğru aromalara kavuşuyordu. Bir Alman mühendisi olan Carl von Linde bira üreticilerinin geleneksel buz evlerini mekanik soğutucu haline getirmeyi başardı. İcat 1873'te gerçekleşti, Linde, Münih Spaten Brewery'deki bira ustası olan Gabriel Sedlmayr'ın maddi desteğiyle, daha sonra amonyaklı soğutma makinesi olarak adlandırılan ilk örnek modeli tamamladı.

 

Ellerindeki kaynaklara bağlı olarak, Linde'nin dışında başka insanlar da soğutma icadı için çalışıyorlardı, ancak Linde'nin yeni teknolojiyle yaptığı icat öne geçti ve bira üreticisi Sedlmayr'ın sağladığı gönüllü destekle, bira sanayisinde soğutmanın genel olarak benimsenmesine yol açtı. Modern bira fabrikasındaki kompresörler ve buharlaştırıcılar bugüne kadar Linde'nin ilk soğutucu makinesinde kullandığı ilkelere göre çalışıyor.

 

Filtrasyon ve CO2’li Fıçı Bira

1878'de Worms'da yaşayan Bavyeralı Lorenz Enzinger, Ren nehri kıyısında, maya ve diğer askıdaki kalıntıların ambalajlanmadan önce biradan çıkarılması için bir filtrasyon cihazı getirdi. Bu, biranın berraklığını ve raf ömrünü uzattı. İki yıl sonra, hava yerine CO2 ile bira basmak için ilk patentli makine çıktı. Artık fıçı bira son damlasına kadar taze kalabilecekti.

 

Birayapım Aletleri Gelişti

Su kimyası, hububat ve şerbetçiotu botaniği, metalürji, termodinamik ve paketleme teknolojisi gibi alanlardaki gelişmeler biranın kalitesindeki gelişmelere katkıda bulundu. Tahıl botaniği bize, yüksek enzimatik gücün, düşük protein seviyesinin, reçinenin ve fenolik bozuk aromaların az olduğu laboratuarda yetiştirilen bir arpa cinsi üretti. Şerbetçiotu yetiştiricileri, belirli acılık (alfa-asit) aralıkları ve aroma yağlarına sahip çeşitler geliştirdiler. Geliştirilmiş malt teknikleri, bira rengini ve lezzetini ve mayşelenen tahıllarının enzimatik özelliklerini daha iyi kontrol etmeyi sağladı. Yeni süzme/yağmurlama sitemleri, mayşeleme kazanları ve fermenter tasarımları mükemmel sıcaklık kontrolü, yüksek özüt verimliliği ve enfeksiyondan uzak bir şerbet sağladı.

 

Nihayet: Modern Bira! 

Yukarıda açıklanan gelişmelerin çoğu hem ale hem de lagerin kalitesini yükseltti, bunlar Hansen ve Linde'nin sadece yüz yıl kadar önce gerçekleştirdikleri öncü çalışmalardı, bu sayede lagerin modern devrimi gerçekleşmiş oldu. Daha önceki bölümlerde de görmüş olduğumuz gibi, biracılar o zamandan önce de lager yapıyorlardı ama fermentasyon, karışık maya kültürleriyle ve soğutma olmadan gerçekleştiği için çoğu yapılan "standart" bira genellikle ale oluyordu. En iyi lagerler çoğunlukla kış aylarında ya da doğanın işbirliğinde olduğu serin bölgelerde yapılıyordu. Bilim ve teknoloji sayesinde, 19. yüzyılın sonuna doğru, insanevladı hem ale hem de lageri her yerde ve öngörülebilir kalitede üretir oldu.

 

Von Linde'nin soğutma icadından sonra yaklaşık yirmi yıl gibi bir süre içinde Almanya'daki bira fabrikalarının çoğu üretimi üst fermentasyonundan alt fermentasyona dönüştürmeyi tamamlandı, Rheinland bölgesi hariç. Ancak burada bile, modern alenin ticari üretimi, saf, laboratuardan çıkma, bakteri içermeyen sakaromis serevisesini kullanmaksızın veya sıkı sıcaklık kontrolü olmaksızın bir mayşeleme veya fermentasyon süreci düşünülmez oldu.

 

Teknolojideki ilerlemeler, özellikle buhar üretimi ve soğutma, daha fazla sermaye gerektiriyordu ve Almanya'da (ve dünyanın geri kalanında) birçok küçük bira fabrikası kapandı ve 19. yüzyıl sanayileşme sürecinde büyük ölçekli bira fabrikaları tarafından satın alındı. Bira taşımacılığında demiryollarının hızla at arabasının yerini alması nedeniyle bira fabrikaları pazarlarını yerel ufukların çok ötesinde taşıdılar. Aslında, bir Alman demiryolu tarafından taşınan ilk nakliye, Nürnberg'in Lederer Bira Fabrikası tarafından hazırlanan iki bira fıçısıydı! Fıçılar, 11 Temmuz 1836'da açıldıktan sadece yedi ay sonra ilk Alman demiryolu hattında Fürth'e gittiler.

 

Tabi ki, günümüzde soylular, konvensiyonlar, manastırlar ya da özel kişiler tarafından işletilen küçük yerel bira fabrikaları hala var, ancak bunlar Alman bira endüstrisinin üretiminin küçük bir kısmını oluşturmaktadırlar. Örneğin, Münih, 1750'de 67 kadar bira fabrikasına sahipti. Bir buçuk yüzyıl içinde, bu sayı küçüldü ve Augustiner, Hacker-Pschorr, Löwenbräu, Paulaner-Salvator-Thomasbräu, Spaten-Franziskanerbräu, Staatliches Hofbräuhaus gibi birkaç büyük atölye olarak devam etti. Bavyera'da üretilen biranın yarısından fazlası bu bir avuç ama büyük şirketlerden sağlanıyor.


Köln'de, 1860 yılında hala yaklaşık 120, çoğunlukla küçük, ale imalathanesi vardı. Düsseldorf'ta yaklaşık 100 tane vardı. Bununla birlikte, Birinci Dünya Savaşı'nın sona ermesiyle, iki kentte sadece bunların yarısı kaldı ve bunlardan yarısından azı küçük çaplı butik atölye idi. İkinci Dünya Savaşı sona erdiğinde Köln'de sadece 21 bira fabrikası kurtulmuştu ve bu sayı 1438'de Köln'ün Bira Kardeşliği’ni başlatan biraevi sayısıyla aynıydı. Bugün, Kölsch bira fabrikası sayısı hafifçe 24'e yükseldi. Düsseldorf'ta 18 bira fabrikası İkinci Dünya Savaşı'ndan sağ çıktı. Bunlardan yalnızca büyük iki tanesi ve dört birahane son birkaç on yılın havasını soluyabildi.

 

Ekim 1996 tarihli Boston Globe raporuna göre, Almanya'da 1200 kadar bira fabrikası kalmıştı ancak sayıları azalıyor. 1990 ve 1995 yılları arasında 130'dan fazla fabrika kapandı.

 

Bununla birlikte, Almanların biraya olan aşkı her şeyin üstündedir. Alman bira fabrikaları hala yılda 115 milyon hektolitre (neredeyse 100 milyon varil) üretiyor ve her Alman hala her yıl yaklaşık 140 litre (yaklaşık 37 galon) içiyor (1995 yılı için istatistiksel ortalama). Karşılaştırma yaparsak, Amerikalılar yılda kişi başına yaklaşık 85 litre (22 galon) içiyor.

 

Bira hâlâ Almanya'daki popüler kültürün çapasıdır. Dünyada pek az ülkede Almanya'daki kadar içki şarkısı vardır. Ve hala söyleniyorlar! Güneyde Fasching, kuzeyde Hessen'de Fassenacht ve Karneval olarak adlandırılan Mardigras sırasında bir Alman pubına uğrayın, çok ciddi ve sakin görünen Almanların bir kupa biradan sonra nasıl gevşediklerini göreceksiniz. Ülkenin bira salonlarında yabancılarla, uzun masaları paylaşarak, kollar birbirine geçmiş bir şekilde sağa sola sallanarak neşeli şarkılar söylemek bir gelenektir. 

 

Bir Alman pubına ya da restorana girerken Kuzey Amerika'da olduğu gibi oturmak için beklemek zorunda kalmazsınız. Almanlar - belki şaşırtıcı bir şekilde - yer ve içerken sosyalleşirler. Kuzey Amerika'da restoran müşterilerinin ayrı ayrı oturması beklenir, dört kişilik masalara ikişerli ya da üçerli oturulması doğaldır Almanlar ise yarısı dolu bir masada tek kişilik akşam yemeklerini yemek için boş bir yere hemen ilişiverirler.

 

Genç kalabalığın arasında hala Stiefeltrinken ("çizme bardağı") geleneğine rastlayabilirsiniz. Bir veya iki litrelik bira içeren cam bir çizme, büyük bir masanın çevresini elden ele dolaşır durur. Çizmeyi eline alan çizmenin burnu yukarıda kalacak şekilde birayı içmeye başlar, biraseviyesi çizmenin bileğine doğru gelmeye başladığında tehlike çanları da çalmaya başlar. Tüm marifet çizmenin ucuna gelen bira yerini havaya bırakırken sıçrama yaptırmamaktır. Beceremeyen bir sonraki çizmenin parasını öder, işin sırrını çözenler tek kuruş ödemeden biraları mideye indirir.


Dikkatle bakarsanız, Roma tarihçisi Tacitus'un yaklaşık 2000 yıl önce çok iyi tanımladığı kabile gezginlerinden oluşmuş bir Alman grubunun bir bar bir pub ya da birahanede oturduklarını keşfedebilirsiniz.

bottom of page