top of page

BİRANIN TARİHİ

 

Bira insanoğlunun yaptığı ilk alkollü içkidir. Tarım zamanımızdan takriben 10-15.000 sene öncesinde başladığından bira da o zamandan beri hayatımızda yer etmiş olmalı.

 

Göbeklitepe’de yapılan son kazılarda biranın yapılış tarihi 11bin yıl öncesine dayanmakta. Bölgede yapılan araştırmalar ve elde edilen bulgular doğrultusunda önemli kültür bitkisi olan ve yüzlerce genetik varyasyonu bulunan buğdayın atasının ilk olarak Göbeklitepe eteklerinde yetiştiği ortaya çıkarıldı. Bulunan kireçtaşı kuyularında buğday birası yapıldığı tespit edildi. Göbeklitepe, Şanlıurfa'nın 20 kilometre kuzeydoğusundaki Örencik köyü yakınlarında, yaklaşık 300 metre çapında ve 15 metre yüksekliğinde geniş görüş alanına hâkim bir konumda yer almaktadır. Neolitik döneme ait Göbeklitepe, ilk tapınağın dolayısıyla yeryüzündeki ilk inancın merkezi olabilmesi açısından önemli. Bu bölgede yaklaşık 20 tapınak tespit edilmiş ve şu ana kadar yalnızca 6 tapınak gün ışığına çıkartılmıştır. Bölgenin en erken kullanımının Çanak Çömleksiz Neolitik Çağ’ın (PPN, Pre-Pottery Neolithic) A evresine (MÖ. 9.600 – 7.300), yani günümüzden en azından 11.600 yıl öncesine dayandığı ileri sürülmektedir. Bununla birlikte Göbeklitepe'deki en eski faaliyetleri tarihlendirme olanağı şimdilik yoktur, fakat bu anıtsal yapılara bakıldığında Paleolitik Çağ'a kadar uzanan, birkaç binyıl daha eskiye, epipaleolitike kadar giden bir tarihçesi olduğu düşünülmektedir.

Biranın kadim topraklardaki kullanımına dair diğer buluntular M.Ö.  4000-3500 yıllarına ait. Örneğin İran’da Godin Tepe'de yapılmış olan kazılarda M.Ö. 3500 civarında arpa fermantasyonu yapıldığını ortaya koyan bulgular var. Türkiye'de Hacınebi Tepe kazılarında ortaya çıkartılanlar da Mezopotamya ve Anadolu'da M.Ö. 4000-3500 arasında arpa fermantasyonu yapıldığını kanıtlamakta. Çünkü her iki yer de Sümerlilerin ticaret kolonisi.

 

İnsanoğlunun Erken Neolitik Çağda tahıl ziraatına başladığının anlaşılması ile birlikte onların yetiştirdiği tahılı nasıl yiyecek içecek haline getirdikleri de merak konusu oldu.

 

Kimi tahılları filizlenmeye terk ettikleri ve filizli halde tükettiklerini ileri sürdü. Kimi alevde kavurduktan sonra ezerek un haline getirip bulamaç halinde yedikleri savını benimsedi. Bir başka sav ise bu bulamacı pişirmeyi öğrendikleri andan itibaren bira imalatının öğrenilmiş olduğudur. Bu sav hayvan derisinden kaptaki bulamacın içine ateşte kızdırılmış çakıl taşı atarak bulamacın pişirildiğini öne sürmektedir. Bu yöntemin uzun süre Germen ülkelerinde kullanıldığına ve biracılığın başlangıcının da bu şekilde olduğuna inanılır. XIX. yüzyıla kadar Avusturya'da Steinbierbrauerei denilen "taş birası birahaneleri" bu yöntemle bira imalinin yapıldığı yerlerdi.

 

Bazı antropologlar ise tamamen değişik bir görüşü savunuyordu onlara göre insanoğlu tarıma başladığında elde ettiği ilk mahsulü uzun süre bira yaparak bir yiyeceği besleyici bir içecek haline sokmayı akıl etmişti. Yani "sıvı ekmek".

 

Tohumun içinde hazmı zor olan nişastalı kısım tahıl filizlendiğinde hazmedilebilir malt şekeri (maltoz) haline dönüşür. Karbonhidratların bazıları önemli miktarda B ve C vitaminlerine, daha azı da A, E ve K vitaminlerine dönüşür. Bu arada proteinler de parçalanarak temel şekilleri olan aminoasit haline gelirler.

 

Bazılarına göreyse kap olmadan bira muhafaza edilemez. Kap kacak yapımı ise daha sonraki dönemlere tarihlenmekte. Çatalhöyük kazıları bulgularına göre M.Ö. 6500'den itibaren çanak çömlek imalatı başlamış olmaktadır. O halde bira yapımını kilden kap kacak yapımı ile aynı tarihlerde düşünülmesi gerektiği ortaya çıkıyor dense de Göbeklitepe’deki kireçtaşı kuyuları konuya başka bir çözüm getiriyor.

 

Londra'da British Museum'da bulunan, Tanrıça Ninkasi'ye yazılmış bir şiir olan "Blue Monument" denilen ve bazılarınca M.Ö. 6000 yılı, fakat bazılarına göre ise M.Ö. 1800 yılı civarında yazıldığı düşünülen belgede Mezopotamya'da bira içildiği belirtilmektedir.

Hammurabi’nin bilinen 360 paragraftan oluşan kanunlarının 4 paragrafı biraya ayrılmıştır. 108. Madde. Müşterilerinden biranın karşılığı olarak buğday/arpa yerine para isteyen içki sahibi kadının suda boğularak öldürülmesini öngören yasaya göre, günde normal bir işçi 2 litre, sivil görevli 3 litre ve yüksek pozisyondaki bir idareci 5 litre bira alabiliyordu. Babil kralı Hammurabi'nin (M.Ö. 1728-M.Ö. 1686) çeşitli meselelerde verdiği kararlar, Babil'in koruyucu tanrısı Marduk adına yapılan Esagila Tapınağı'na dikilen bir taş üzerine Akatça dilinde yazılmıştır. Hammurabi, kendisine bu kanunları yazdıranın güneş tanrısı Şamaş'ın olduğunu söylemiştir. Dolayısıyla kanunlar da tanrı sözü sayılıyordu.

 

Irak'ta, hemen Musul kentinin yakınlarındaki ören yeri Ninive'deki Gaura Tepe'sinde bulunan bir mühür, bira geleneğinin en eski kanıtlarından biri. M.Ö. 4. yüzyıla ait bu mühürde, bükülmüş bitki saplarıyla büyük bir kaptan bira içen iki adam tasvir ediliyor. Uruk'ta bulunan, 4. yüzyılın sonlarına ait arkaik tablet metinlerinde, "Ka" (bira) olarak okunan resim yazısı, bira geleneğinin en eski yazılı kanıtı olarak kabul ediliyor.

Şu anda Irak sınırları içerisinde bulunan, Uruk'ta elde edilmiş olan M.Ö. dördüncü binin ikinci yarısına ait bir tablette İkinci Sümer Hanedanının beşinci kralı olan Gılgamış'ın destanı anlatılırken Sümer'de biranın çok yaygın içilen bir içki olduğu da açıklanmaktadır.

Yarı vahşi Enkidu bozkırların hayvanlarıyla birlikte yaşıyor, onlar gibi ot yiyor ve su içiyordu. Uruk kentinin kralı Gılgamış, ona çekici bir tapınak kızı olan Şamkat'ı yollamış ve yontulmamış bu adama insan gibi yaşamayı öğretmesini istemişti. “Şamkat ağzını açıp Enkidu'ya şunu söyledi: "Ekmek ye Enkidu, bu yaşamın bir parçası! Ve toprağın geleneği olan birayı iç." Enkidu ekmek yedi, doyuncaya kadar. Bira içti, yedi testi dolusu. Ruhu sakinleşti ve keyiflendi. Kalbi neşe doldu ve yüzü ışıldadı. Su ile pis bedenini yıkadı. Vücudunu yağ ile ovdu ve "insan" oldu.”

 

Yunan mitolojisine göre de Dionysos Mezopotamya ve Anadolu'da oradaki insanların biraya çok tutkun olmasından dolayı Sabazios adıyla bira tanrısıyken o bölgedeki kavimlerin sürekli birbirleriyle dalaşmalarından bıkarak Yunanistan'a kaçmış ve şarap tanrısı olmuş. O bölge, ardı ardına peygamberler gönderilmesine rağmen hâlâ adam olamamıştır.

 

Paris'teki Louvre Müzesi'nde sergilenen yaklaşık 5000 yıllık kil tabletler, Sümerlerin bira üretim tekniği hakkında bazı bilgiler veriyor. "Monument bleu" olarak anılan bu tabletler, buğdayın kabuğundan nasıl ayıklandığını ve bereket tanrıçası Nin-Harra için sunulacak biranın nasıl hazırlandığını gösteriyor. Sümerlerin bira tanrıçası Ninka-i (ağzı dolduran efendi) adına yazılan bir ilahi, biranın yapılma sürecini tarif ediyor: Öncelikle, ıslatılan arpalar çimlendiriliyordu (malt yapılıyordu). Bu yeşil malt, kurutuluyor, kökçükleri ayıklanıyor, havan ve tokmak kullanarak ya da değirmen taşıyla öğütülüyor, su ve bira ekmeğiyle homojen bir hamur haline getiriliyordu. Bira ekmeği, çimlendirilmeden öğütülmüş tahıl ve kokulu bitkilerden yoğrulan hamurdan pişiriliyordu. Bu hamur somun ya da pide gibi şekillendiriliyordu.

Malt, su ve bira ekmeğinden hazırlanan karışım, kapalı bir kapta mayalanmaya bırakılıyordu. Son olarak bu karışıma tatlandırıcı maddeler ilave ediliyordu. Bu maddeler, içerdikleri şekerle, mayalanma sürecini hızlandırıyordu. İşlemin sonunda, teknenin tabanındaki deliklerden alttaki kaba damlayan sıvı, bir tür mayalanmış arpa suyu olmalıydı. "Ka" adını verdikleri bu sıvı, lezzet olarak tatlı, görüntü olarak bulanıktı. Üst yüzeyinde mayalanmadan kaynaklanan artıklar dolaşıyordu. Uzun bitki saplarını, bu kalıntıları da birlikte içmemek için kullanıyor olmalıydılar.

Mezopotamya'da farklı lezzetlerde bira üretiliyordu. Kadınlar için oldukça tatlı ve pahalı olan buğday birası üretiliyordu. Koyu malt birası, ucuz olduğu için herhalde, çok miktarda, sevilerek içiliyordu.

Kişi başı günlük resmi istihkak, beş ekmek ve iki testi biradan oluşuyordu. İnsanlar iştahla, bol miktarda bira içiyorlardı. Tanrıça Hathor onuruna düzenlenen "Sarhoşluk Bayramı"nda "tıka basa içmek" gelenekten sayılıyordu. Firavun III. Ramses (M.Ö. 1183-1152) bir kurban töreninde, adak olarak tanrılara 466.303 testi bira sunmuştu.

 

Sümer kayıtlarına göre yıllık tahıl üretiminin % 40'ı bira üretiminde kullanılıyordu. Bir tapınak işçisinin günlük bira istihkakı 1,2 litre iken aristokrat bir kişinin istihkakı 4,8 litreyi buluyordu.

 

Bira özel imalathanelerde üretildikten sonra pişmiş kilden yapılmış çeşitli boylardaki testi ya da küplere konurdu. Kabın ağzı yine kilden kapaklarla kapatılarak, kapağa yapım tarihi yazılıp mühürlenirdi.

 

Bira kapları özellikle "Bit Sikari" denilen içki evlerinde, içecek kişi sayısına göre seçilir, açılırdı. Biralar çeşitli kupalarla ve buğday sapından, kamıştan, sazdan ya da bakırdan yapılmış borucuklarla (bugünün içecek kamışları, pipetleri gibi) içilirdi. Bugün de Anadolu'nun bazı yörelerinde "çöplü ayran", yazın soğuk çanakta veya metal bardakta üzerinde bir adet buğday sapı ile getirilir.

   

İçilen biranın karşılığında para ödenmezdi. O günlerin parası gümüştü. Bira için gümüş değil, biranın değerinde arpa verilmesi zorunluydu.

Sümer şehirlerinin kimi mahalle ve liman yerleşimlerinde oturulup bira içilen ve söyleşilen içkievleri vardı. Bunlar zamanımızın meyhanelerine veya birahanelerine benzerdi. Bu birahane yöneticilerinin (işletmecilerinin) kadın olması kuraldı. İşletmeci kadının birahanede konuşulanları yörenin mülki amirine anlatması sorumluluğu vardı. Yani her birahane yöneticisi bayan aynı zamanda istihbarat ajanıydı. Bu yönetim işi anadan kıza geçerdi. Limanlardaki içkievleri veya birahanelerin müdavimleri gemicilerdi ama, genelde bu mekanlar kadın erkek herkese açıktı. Yalnızca üst düzeydeki rahibeler buralara giremezdi.

 

Sümer'de birahane sahibi kadınları "Ağzı dolduran, doyuran kadın" anlamına gelen tanrı Ninkasi korurdu. Yozgat'ta hala bira için "Fatma Ananın helvası" denmesi belki de bu yüzdendir.

 

Sümer'de sekiz çeşit arpa birası, sekiz çeşit de buğday birası vardı. Bunlardan başka üç çeşit de arpa-buğday karışımı birası yapılırdı.

 

Tabii bunların hepsi değişik kalitelerde yapılırdı. Değişik kalitelere uygunluktan imalatçıların zaman zaman saptığı anlaşılıyor ki Hammurabi (M.Ö. 1792-1750) kanunlarında biraya su karıştırılmaması ve fiyat narhına ilişkin maddeler bulunmakta.

 

Mezopotamya'da yanlış sulama sonucunda toprakların verimsizleşmesi ile arpa ziraatı azaldı. Arpa az bulunur olunca bira yapacak arpa bulmak sorun oldu. Sümerlilerin son dönemlerinde ve onlardan sonra aynı bölgede yaşayan Babillilerde de 20 çeşit biranın yanısıra hurma şarabının da yaygın içki haline geldiğini görmekteyiz. Onu takibeden popüler içki ise Nübye'den yayıldığı tahmin edilen darının fermantasyonu ile yapılan "boza"dır.

 

Babil'de M.Ö. 2000 yılı civarında düğünlerde geleneksel kutlama içkisi bal birası idi. Buna "Arı şarabı" denirdi. Düğünden sonra tam bir ay boyunca damadın içebileceği miktarda "Arı şarabı" kayınpederi tarafından damada hediye edilirdi. Bal birasının erkeğin kudretini arttıracağına inanılırdı. Hatta Hun İmparatoru Attila'nın (406-453) eşi İldico ile balayının bir-iki gün sonrasında fazlaca yabani ot ve baharat katılmış bal birası içtiğinden dolayı durdurulamayan burun kanamasından öldüğü rivayet edilir. Şimdilerde vakit ve nakit azlığından bir ay değil de bir veya en fazla iki hafta olarak nikah sonrasında çiftlerin yaptığı "balayı" seyahati yani bal-ayı işte buradan geliyor. Babilliler kutlama harici zamanlarda çok bira içerlerdi.

Babil'de büyük kapasitede bira imal eden kuruluşların sahiplerinin devlete yaptığı baskı sonucunda normlara uymayan bira imal eden imalatçıların kendi yaptığı bira içerisinde boğulmaları cezası taşıyan bir kanun çıktı.

 

Mısır'da en yaygın olarak tüketilen bira "haq"tı. Haq, Nil Nehri havzasında yetişen kızıl arpadan yapılırdı. Mısırlılar arpayı filizlendirirler, kuruturlar, öğütürler sonda hamur haline getirip fırında yarım süre pişirirlerdi. Daha sonra bu taze az pişmiş francalaya benzeyen somunları parçalayıp sulandırılmış hurma suyuna batırıp bir gün fermantasyon için beklerlerdi. Sonra ekmekler bir tülbentin içine doldurulur. Tülbentin ucu dolanarak sıkılır ve çıkarılan biraya değişik oranlarda kimyon, zencefil, mersin ağacı ve bal karıştırılıp taze taze tüketilirdi. Bu şekilde yapılan birada % 12 civarı alkol bulunurdu. Mısırlılar, biranın bitki örtüsü Tanrısı Osiris'in insanlara armağan ettiği bir buluşu olduğuna inanırlardı.

 

Öykü, Güneş Tanrısı Ra ile ona saygıda kusur eden insanoğlunu cezalandırması için yeryüzüne gönderdiği tanrıça Sekhmet (Hathor) üstüne gelişir. Sel, salgın, savaş, katliam ve ölümden sorumlu olan tanrıça Sekhmet öc alma duygusuna kapılınca tanrıça önü alınamaz öfkesiyle tam insan soyunun kökünü kazıyacakken, Ra yumuşar ve tarlaları baskına uğratacak bollukta kırmızı renkli bira gönderir gökten. Tarlalara yayılan bira bir büyük ayna gibi ışıldar. Kendi görüntüsünün yansımasının çekiciliğine kapılan tanrıça, kanı andıran bu havuzdan içer, sarhoş olur ve sızar. Böylece korkunç misyonunu unutur. İnsanlık da kurtulur.

 

Mısır'da tapınakların ve piramitlerin inşaatında çalıştırılan işçi veya kölelere inşaat boyunca gıda olarak yalnızca ekmek ve bira verilmiştir. Mısır'da en iyi bira Nil Nehri kıyısındaki ünlü Peluse kentinde yapılırdı.

 

M.Ö. 2000 civarına tarihlenen Anastasi IV papirüsünde şöyle yazmakta : "İçki içerek kendini kötü duruma düşürme. Çünkü ağzından çıkanları kulağın duymayacak. Sözcükler ağzından bilinçsiz olarak dökülecek. Bu başkalarının ağzında olmadık dedikodulara dönüşecek. Elin ayağın tutmaz olacak. Sana kimse yardım elini uzatmayacak. Biradan göbekleri şişmiş arkadaşlar ayağa kalkıp 'Atın şu sarhoşu dışarı’ diyecek.”

 

Tabii bu uyarı anlaşılan işe yaramamış M.Ö. 1350 civarında Firavun Ramses II, artan bira ayyaşlığını önlemek için bir içki düşmanlığı derneği kurmak zorunda kalacaktır.

 

Nil Deltasının her yıl taşması yolu ile gelen yeni alüvyonların çevresindeki tarlaların üzerine doğal yolla besleyici mineraller getirmesi Mezopotamya'da toprağın yorulması sonucu ortaya çıkan arpa azlığını Mısır'a yaşatmadı. Bu sebeple olsa gerek Mısır'da bira hep toplumun en yaygın tüketilen içkisi vasfını korudu. Hatta şöyle bir atasözleri vardı : "Ağzı bira dolu olan kişi mutludur."

 

Aynı tarihlerde Güney Amerika yerlileri mısır tanelerini ağızlarında çiğnedikten sonra bir toprak kaba tükürerek çıkartıyor. Biriken çiğnenmiş mısır taneleri fermente olmaya bırakılıyor. Sonunda ortaya "chicha" denilen bir mısır birası çıkıyordu. Meksika'da Azteklerin ise o dönemde bir de bira tanrısı var.

 

Kristof Kolomb Amerika'ya dördüncü gidişinde (1502 yılı) yerlilerin bir avuç dolusu mısır ve bir avuç siyah kayın ağacı özünün bir sürahiye doldurularak doğal fermantasyona bırakılması yolu ile bira elde ettiklerini görür.

 

Çinliler de pirinç ve darıyı fermente etmek yolu ile bira yapıyorlardı.

 

Mısırlıların ekmek ve bira sevgisi Eski Yunan'da devam edememiştir. Yunanlılar ekmek ve şarabı tercih etmişlerdir. Onları takiben Romalılar tarihçi Tacitius'un kaydettiğine göre birayı Germen (barbar) içkisi ilan etmişler, tanrıların içkisi olarak benimsedikleri şaraba devam etmişlerdir.

 

İmparator Domitien İtalyan şarap endüstrisini baltaladığı ve Roma İmparatorluğu’na karşı şarap gelirleriyle ayrılıkçılığı teşvik ettiği gerekçesiyle Gallialıların şarap imalatı yapmalarını yasaklamıştır. Bunun üzerine Mısır'dan bu yana yaygınlığını yitirmiş olan bira yeniden eski günlerine kavuşmuştur. Bağları, Romalılar tarafından sökülen Galyalılar bu defa arpa ziraatine başlamış ve ürettikleri arpanın bir kısmı ile nefis biralar yapmayı başarmışlardır.

 

Yunanlı yazar Ksenophon, M.Ö. 401 yılında Ermeni içki kültürü ile tanışmasını şöyle anlatıyor: "Burada büyük kapların içinde arpa şarabı vardı. Bu içki, içine su eklenmediği takdirde oldukça kuvvetli ve tadına alışıldığı zaman çok lezzetliydi." Ancak yine de Romalılar ve Yunanlılar için bira zevki barbar halklara özgü bir özellik ve kontrolsüz sarhoşluğun bir simgesiydi. Romalılar için bira, istila akınlarından sonra yanlarında getirdikleri bir "hatıra" niteliği taşıyordu. Lejyonerler, Galya bölgesinde yaşayan Keltler aracılığıyla, M.Ö. 1. yüzyılda enfes bir arpa birası ile tanıştılar. Keltler bu biraya "corma" adını vermişlerdi ve daha o zamanlarda bu birayı fıçılarda saklayıp, içmek istediklerinde fıçılardan boşaltıyorlardı. Bu halk, yaklaşık 3000 yıl önce Avrupa'da ilk bira üretimini gerçekleştirmişti. Bilim adamları bu gerçeğe ait izleri Kuzey İspanya'da yaptıkları kazılarda elde ettikleri kaplarda buldular.

Bira her ne kadar "barbar içkisi" olarak görülse de, 4. yüzyılın başlarında Roma İmparatorluğu'nda oldukça yaygın olmalıydı. Aksi takdirde İmparator Diocletianus (284-305), 301 yılına ait fiyat tarifesinde neden biranın ücretini de belirlemek zorunda kalsın ki? Bu tarifeye göre Keltlerin buğday birası 4, Mısırlıların arpa birası ise 2 denarius değerindeydi.

Germen topraklarına kadar ulaşan bira kültürü burada da izler bıraktı. Anıt mezarlar üzerindeki yazılar, burada yatan kişilerin bira üreticisi ya da bira tüccarı olduğu hakkında bilgiler veriyor. Bardaklar üstüne işlenen metinlerde, susamış sahiplerinin istekleri dile getiriliyor "Imple ospita ola de cervesa da!" (Bardağı al meyhaneci ve birayla doldur!). Almanya'nın Regensburg kentinde bulunan Roma döneminden kalma (Romalılar bu bölgeye 180-260 yılları arasında egemendiler) bira imalathanesinde, yeşil malt, daha dayanıklı olabilmesi için, aşağıdan ısıtmalı kurutma odasında kurutuluyordu.

Uzun süre kent ile köyler arasında bira satışı konusunda kavgalar verildi. Belediye meclisi üyeleri, bira üretiminin Kral I. Heinrich (919-936) döneminden bu yana kentsel bir ayrıcalık olduğunu iddia ediyor ve birayı kent duvarlarını dışarıdan çevreleyen 1 millik (1609 metre) bölgeye de satabilme hakkına sahip oldukları konusunda ısrar ediyorlardı. O nedenle, bu alan içindeki köyler birayı kendileri üretemiyor, kentten satın almak zorunda kalıyorlardı.

1434 yılında Güney Almanya'da, şarabın daha çok üretildiği yerlerde, başpiskopos ve belediye meclisi, bira üretimini "sonsuza kadar" yasaklamıştı. Bu yasak, ancak 1642 yılında başpiskopos Johann Philipp von Schönborn tarafından kaldırılmıştı. Gerçekten de, Güney Almanya'daki Bavyera Eyaleti'nde üretilen bira kalitesi düşüktü. 1293 yılında Nürnberg'de belediye meclisinin kararıyla bira üretiminde sadece arpa kullanımına izin veriliyordu. Münih kentinin belediye meclisi de, 1447'de aldığı bir kararla, bira üretirken sadece arpa, şerbetçiotu ve su kullanılmasını istiyordu. 23 Nisan 1516'da Almanya'nın güneyinde bulunan Ingolstadt kentinde bir tarih yazıldı: Meclis toplantısında, o tarihten itibaren Bavyera'da biranın sadece arpa, şerbetçiotu ve su kullanılarak yapılabileceğine dair hükmü içeren ünlü "Reinheitsgebot" (Saflık Yasası) kabul edildi.

Bu yasa, zamanla bütün Almanya'da uygulanır hale geldi.

Ancak, Kuzey Almanya'daki birçok manastır ve bunlarla birlikte bira üretimi, Reform hareketinin kurbanı oldu, kalanlar da Otuzyıl Savaşları sırasında yıkıldı. 1803 yılındaki laikleşme hareketiyle birlikte, sadece Bavyera bölgesinde 200 manastır kapatıldı. Gümrük düzenlemeleri, bürokratik suiistimaller, bira üreticileri örgütlerinin aldığı eskimiş kararlar, bira ticaretini oldukça sınırlamıştı. 19. yüzyılın başlamasıyla birlikte kabul edilen "kazanç özgürlüğü", bütün bu engelleri ortadan kaldırdı.

Bugün, "Reinheitsgebot" AB Yasaları çerçevesinde bağlayıcı bir yasa olmaktan çıktı, uygulayıp uygulamamak bira üreticilerinin özgür tercihine bırakıldı.

Tabii burada kastedilen "ale" tipi bira zira o tarihlerde biranın içine aroma verici şerbetçiotunun da koyulmuş olmasını ve alttan mayalandırılmış olmasını düşünemeyiz. Şerbetçiotunun biraya koyulması 13. yüzyılda Bavyeralı manastır rahipleri tarafından akıl edilmiştir. Ünlü İngiliz yazar William Shakespeare ise biraya şerbetçiotu katılmasından hiç hoşlanmamış ve ömrünün sonuna kadar şerbetçiotu katılmış bira içmemiştir.

 

Osmanlılar ve ülkemizdeki kökenine gelince. Aslında biranın tarihini bozanın tarihiyle bir tutabiliriz. Çünkü arpa mayalanıp pişirilirse ekmek, mayalanıp suya yatırılırsa da boza elde ediliyor. Kökeninin Mezopotamya olabileceği söylenen biranın, Osmanlı'da "bira" adıyla üretilmesi 1840'lardan sonrasına rastlıyor.

Ancak, boza, Anadolu ve İstanbul'da hep var olan bir içecekti. Boza da, Asya, Mezopotamya, Afrika ve Anadolu'da birayla birlikte üretilmeye başlayan bir içecek olarak biliniyor.

Örneğin, içki yasaklarında, özellikle IV. Murat (1623-1640), IV. Mehmet (1648-1687) ve III. Selim (1789-1807) dönemlerinde bozahane kapatılması, yıktırılması çok yaygındı. Özellikle ekşi boza satan bozahaneler, meyhane ile bir tutulmuştu. Bozalar arasında, özellikle ekşi bozanın alkol derecesi yüksekti ve genellikle yasaklanan ekşi bozaydı. Fatih Sultan Mehmet'in içecek listesine kadar giren boza, özellikle şarap yasaklarının getirildiği tüm zamanlarda, yasaklı listesine girmişti.

Evliya Çelebi, "Seyahatname"sinde, 17. yüzyılda İstanbul'da 300 dükkânda 1.005 bozacı çalıştığını kaydediyor. Evliya Çelebi’nin yazdıklarından, bozanın da en az bira kadar sarhoşluk verici içkiler arasında kabul edildiği söylenebilir.

Osmanlı'nın batı tipi birahaneler ve birayla tanışması 1840’lı yıllara uzanıyor. Bu dönemlerde Alman göçmenler yoluyla İstanbul, batı tarzı bira kültürüyle tanışıyor. Ancak, Osmanlı mozaiği, buna ayrı bir katkıda bulunuyordu. Bir anlamda bozahanelerin yerini birahaneler alıyordu.

Birahaneler biranın tüketildiği en keyifli mekânlardı. 1888'de, 15'i Beyoğlu'nda, 8'i Galata'da, 8'i çeşitli semtlerde olmak üzere İstanbul'da 31 birahane bulunuyordu. Bomonti Bira Fabrikası'nın üretime geçtiği yıllarda (1894), Osmanlı topraklarında sadece 4 kentte birahanelerin varlığı göze çarpıyor: İstanbul, İzmir, Selanik ve Ankara. 1921'de, İstanbul'daki birahane sayısı ise 52'ye yükseliyor.

Cumhuriyetin ilk yıllarında bira bahçelerinde bir değişiklik görülmüyor. Ama, 1960'lı yıllarda Bomonti Birahanesi'nin ayrı bir yerinin olduğunu, o yıllarda yaşamış hemen herkes anlatırmış.

 

Kaynaklar:

http://www.gt.metu.edu.tr/bira.html

http://www.focusdergisi.com.tr/kultur/00248/

Vikipedi

 

 

bottom of page